Öncelikle, ücretler gelir ve servet eşitsizliği için en önemli kriterdir. Son 20 yılda ise ücretlerdeki düşüşler ile eşitsizliklerdeki artışlarda fazlalaşmıştır. Bu nedenle, hükümetlerin sosyal devlet anlayışına göre kamu eliyle istihdam garantisi veren politikaları uygulaması gerekir. Bu tür politikalar, devletin ekonomik durgunluk dönemlerinde bile istihdamı sürdürmesini amaçlar. Türkiye de yüzde 15 civarında işsizlik bulunmaktadır. Büyükşehirlerde üniversite mezunu işsiz oranı ise yüzde 35 civarındadır ve çok yüksektir. Bu yüzden, kamu sektöründe istihdam yaratılması daha yüksek maaş ve düzenli sosyal haklara sahip olunması nedeni ile gelir dağılımını etkiler. Bu arada, ekonomik ve politik gücün toplumsal olarak dağılımındaki adaletsizlikler, gelir dağılımındaki ücret bazlı uçurumlar, kapitalist ülkelerde görülen sürekli işsizliğin getirdiği kitlesel yoksullaşma, neo-liberal politikaların sürdürülemez olduğunu göstermektedir. Örneğin, Türkiye‘ de en yüksek eşdeğer hane halkı kullanılabilir fert gelirine sahip %20'lik grubun toplam gelirden aldığı pay %48,7 iken, en düşük gelire sahip %20'lik grubun aldığı pay ise %6,1’dir. Arada sekiz kat fark bulunmaktadır.

Bu yüzden, işsizlikle mücadele için kamuya bir nihai işveren olma rolü (DNİR) verilmelidir. Modern Para Teorisi veya Neo-Chartalizm olarak bilinen bu görüş (Paranın değerini onu piyasaya süren veya çıkaran devletten aldığını belirten chartal para (ferman veya itibari para) fikirlerine dayanmaktadır) kamunun vatandaşlara vergi borcu getirebilme fonksiyonun da bir göstergesidir. Devlet bu rol ile asgari ücrete denk bir maaş karşılığı çalışmak isteyen herkese iş verebilir böylece ekonomik istikrara da katkı sağlar. Çalışmak isteyenler toplumsal fayda adına her türden sosyal, altyapı veya kamusal hizmetlerde istihdam edilebilirler. Özel sektörde bu işçiler arasından seçtiklerinin ücretlerine özellikle enflasyon dönemlerinde belirli bir ek maliyet ekleyerek istihdamı artırdığı vakit aynı zamanda ücretler üzerindeki baskıları da önleyeceğinden fiyat istikrarına da katkı sağlamış olur. Bu arada, Türkçesi enflasyonu artırmayan doğal işsizlik oranı (NAIRU) olarak adlandırılan kavramı kabul etmemeliyiz. Çünkü hem maliyetlidir hem de enflasyon, gelirlerdeki düşüşler, talep önleyici parasal politikalar ve kronik işsizlik oranları ile kontrol edilebilmektedir. 

Bunlardan başka, devlet nihai işveren olduğunda: yapısal veya döngüsel veya mevsimsel etkenler olmadan işsizlik azalır, toplumda dezavantajlı durumda olan yoksulluk sınırının altında yaşayanlar, uzun süredir işsiz olanlar, yaşlılar vb. sosyal hayata yeniden katılır, sosyal hizmetler böylece daha verimli ve kaliteli hale gelir hatta bu tarz işlerde istihdam edilenler çalışma ve faydalı olma alışkanlıkları kazanır. Program kapsamındakilerin harcamalarının çarpan etkisi de maliyetleri azaltır. Ayrıca hesaplamalara göre gelişmiş ülkelerde bu tarz kişilerin istihdamının GSYİH’ya maliyeti yüzde bir civarında olmaktadır. Dahası, çoğu ülkede bulunan ve kanunen bütçe giderleri için kullanılması yasak olan işsizlik fonlarından, toplum yaranına çalışma benzeri programların maliyetleri rahatlıkla karşılanabilir.

Öte yandan, gelir otonom harcamaların pozitif bir fonksiyonudur. Bu yüzden gelir dağılımı, talep, işsizlik ve ekonomik istikrar gibi çeşitli faktörlerle birlikte incelenmesi gerekir. Talep yetersizliği durumunda ortaya çıkan işsizlik, gelirin düşmesine neden olur. Çünkü işsizlik oranları toplumun belirli kesimlerini daha fazla etkiler. Ekonomik istikrar endojendir. Yani devlet müdahalesi, talep yetersizliğini dengeleyerek ve gelir dağılımını koruyarak ekonomik istikrarı sürdürebilir. Gelir dağılımı ayrıca büyüme ile de ilgilidir ve yatırımlar, sermaye birikimi ile fiyatlandırma da gelir dağılımı ile etkileşim halindedir. Ayrıca, gelir dağılımının adil ve dengeli bir şekilde korunması, ekonominin genel sağlığını da olumlu yönde etkiler. Talep yetersizliği durumunda tüketim harcamalarının düşmesi, gelirinde düşmesine neden olur. Bu durum, düşük gelirli kesimleri daha fazla etkiler ve gelir eşitsizliğini artırır. Çalışanların ve işverenlerin marjinal tasarruf eğilimlerinin farklı olduğundan, işgücünün tasarruf eğilimi, işverenin tasarruf eğiliminden küçüktür. Mal piyasası dengesi de gelir dağılımı ile sağlanır ve gelir dağılımı da yatırımın bir fonksiyonudur. Reel ücretler de bahsekonu bölüşüm ilişkisi içinde izah edilmelidir. Nominal ücretler ise kurumsal faktörler tarafından dışsal olarak belirlenir ve kapitalistler de bu durum karşısında kârlarının sabit kalması ve yatırımların finansmanı için ürünlerin fiyatlarını artırırlar.

Esasında, toplumsal eşitsizlik ve gelir dağılımı arasında ilişki gelirin belirli kesimler arasında adaletsiz bir şekilde dağıldığı bir durumu ifade eder. Bu husud da sosyal ve ekonomik istikrarsızlığa katkıda bulunur. Gelir dağılımını düzeltmek için ayrıca gelire göre vergilendirme ve transfer politikaları uygulanmalıdır. Bu tür politikalar, daha yüksek gelirli kesimlerden alınan vergi oranlarını ve düşük gelirli kesimlere yapılan transferleri içerir. Kamu harcamaları da gelir dağılımını etkileme potansiyeline sahiptir. Özellikle eğitim, sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik gibi kamusal hizmetlere yapılan yatırımlar, gelir dağılımını düzeltir ve toplumsal eşitsizliği azaltır. Bu arada, finansal krizler ve özellikle varlık fiyatlarındaki çöküşlerde gelir eşitsizliğini artırır. Bu tür krizler genellikle düşük gelirli kesimlere daha fazla zarar verir, bu da gelir dağılımındaki uçurumu derinleştirir. Bu tarz krizler de genelde aşırı kapasiteden kaynaklanır ve bunun nedeni de metaların değişim değerlerinin toplumun ihtiyaç ve isteklerinden farklı olmasıdır. Metaların gereğinden fazla üretimi, insan ihtiyaçlarının genel olarak aşırı karşılanmasından değil, gelirin yanlış dağılımından ve kitlelerin yoksulluğundan kaynaklanır haliyle bu da toplumda yetersiz talebe neden olur. Kısacası dar gelirliler, asgari tüketim için bile yeterli ücret almaz. 

Bunlarla birlikte, işletme sahiplerinin kâr oranı ve gelir bölüşümü, yatırım oranının önceden saptanması ile kontrol altına alabiliriz. Ayrıca, gelir dağılımına yönelik hususlar şirketlerin fiyatlama sistemleri ile de açıklanabilir. Örneğin, şirketlerin fiyatlama sistemleri maliyet&fiyat payının etkilendiği basit bir yöntemle izah edilebilir. Çünkü kâr ve ücretler arasındaki ayrım, gelir dağılımının belirlenmesini sağlar. Şirketlerin piyasa payı, şirket maliyet oranını saptar ve ayrıca ücretler ve kazançlar arasındaki dağılımı da etkiler. 

Son olarak, DNİR programlarının temeli vergi bazlı parasal yaklaşıma dayanmaktadır. Buna göre, işsizlik ve enflasyon arasında maliyet döngüsünden yola çıkarak devletin ve MB’lerin hareket etmeleri, işsiz sayısındaki artışın fiyat istikrarında otomatik düzenleyici olması, vergiye (modern) dayalı paranın neo-liberal sistem tarafından uygulanan mal para ile alakalı yaklaşımla ele alınması doğru değildir. Devletler para yaratma tekeline sahiplerdir ve özel sektörü hem fonlamakta hem de piyasa talebine göre para arzını gerçekleştirmektedir. Yani para dışsal bir kavramdır, hatta faiz oranları da yine MB’ler tarafından dışsal olarak belirlenmektedir. Bütçe açıkları da özel sektörün nominal tasarrufları ve işsizlik arasında doğrusal bir ilişki olduğunu göstermektedir. Hükümetlerin piyasaya yönelik para arzlarını artırması durumunda özel sektörün nominal tasarruf miktarlarını çoğaltacak daha fazla yatırım yapmalarını ve mal talep etmelerini uyaracaktır.