Hayat enteresan. Hiç daha önce bulunmadığın, herhangi bir şekilde senin veya atalarının bağı bulunmadığı coğrafyalara karşı bir yakınlık hissedebilirsiniz.

Malta, mesela. Yıllar önce bir aralık sabahı uçağımız havaalanına inip, kapılar açıldığı zaman kendimi evimde hissetmiştim. Önce, “Doğaldır, nihayette burası da Kıbrıs gibi bir Akdeniz adası” dedim. Tarlaların kenarlarındaki bir metre yüksekliğinde, dokunsan yıkılacakmış görüntüsü veren taş duvarlar, sanki dedemin Elanozlardaki zeytin bahçesinin duvarları gibi idi. Aynı kireç taşı, beyaz toprak ve havadaki maki, süpürge otu, kekik her ne ise çıkaramadığım ama o çok tanıdık koku. Gözlerimi kapadım, sanki çocukluğumda Lefkoşa’dan Kotsiakis’deki dede çiftliğine gidiyormuşum gibi o özlem dolu havayı içime çektim yol boyunca.

Sonra, kasabaları, Malta şövalyelerinin bıraktığı ayak izlerini dolaşırken fark ettim. Birçok açıdan benzer de olsalar, Kıbrıs ile çok farklıydı o Akdeniz ada devleti. En önemlisi her ne kadar ada halkını oluşturan iki unsur birçok farklı özelliklerini korumuşlarsa da ortak bir kültür, dil ve hatta birlikte bir gelecek kurma becerisini gösterebilmişlerdi. Vatanım değildi Malta ama keşke benim vatanımın halkları Maltalılar kadar uzlaşabilme, ortak bir gelecek kurabilme becerisi gösterselerdi. Kim haklı, kim haksız gerçekten de buy noktada pek fark etmiyor. Onlar aynı kızartan güneşin altında başardı, biz inadına başaramadık ve bu noktadan sonra ancak belki boşanarak beraber yaşamanın anlamını kavrayabilecek noktadayız. Bu açıdan Avrupa Birliği de oynayabileceği altın bir rol ile karşı karşıya, ama maalesef o da farkında değil bu imkanın. AB içerisinde iki devlet, aslında dolaylı federasyon ve belki de bir süre sonra daha samimi bir düzenlemenin çerçevesi olabilir.

İlk tarifeli doğrudan seferle Delhi’ye indiğimizde muhteşem bir ses ve görüntü kalabalığı karşıladı bizi. Muhteşem ve on yıllar boyunca Hollywood ünlüleri, tarihi şahsiyetlerin konakladığı tarihi bir otelde kaldık. Agra, Taj Mahal, Jaipur ve daha birçok yeri ziyaret ettik ama benim takıntım Hindistan yetkililerin o dönemde yaşanan şiddet nedeniyle kimseye seyahat vizesi vermedikleri Kaşmir’i, Srinagar’ı, Mogul Bahçelerini ziyaret etmek idi.

Bir rehber eşliğinde ve çok sıkı güvenlik önlemleriyle Srinagar’a vardık ve daha önce Hilton otel olan ama o günlerde devlet konuk evi olarak hizmet veren, kum torbaları arkasına saklanmış otelimize vardık. Bizi misafir edenler, saha birkaç gün önce yerel yöneticiye suikast düzenlenmesi, yaralanması nedeniyle çok endişeliydiler güvenliğimizden. Halbuki ben çocukluğumdan beri platonik olarak kendimi Keşmirli addettiğimden olacak son derece mutlu idim orada bulunmaktan.

Yerel yöneticiler, askerler ile görüşüp, hayal ettiğim Mogul Bahçelerini ve hatta Vali Konağını ve yanı başındaki muhteşem koruyu, Dal gölünü dolaştıktan sonra bir şekilde Müslüman muhaliflerle de temas edebilmiş, onları dinleme imkanı da bulabilmiştim. Hindistan ve Pakistan arasında bir barış cenneti olabilecek ve herkesten önce iki ülkeye ve bölgeye muhteşem katkıları olacak Keşmir sorununun çözülememesi ne kadar üzücü. Keşmir’den ayrılırken sanki Kıbrıs’tan ayrılıyormuş gibi buruk hissettim. Pakistan bölümüne ise maalesef çıkan fırsatlar ya deprem ya başka sorunlar nedeniyle hep ertelendi. Kısmet.

Yıllar önce, 1990’larda. Daha henüz ateşkes ilan edilmemiş. Dağlık Karabağ'da Rus destekli Ermeni saldırıları ilerliyor. Şehirler, reyonlar ardı ardına Ermenilerin eline geçiyor. TRT ve AA ekibi olarak savaşı izliyoruz, içimiz parçalanıyor kaçkınları gördükçe, perişanlığa ve acımasızlığa şahit oldukça. Bir an geldi, bir yan İran, üç yanımız Ermeni askerlerinin işgal ettiği topraklar; kuşatıldık. Birkaç dakika değerlendirdikten sonra "yakalanırsak en fazla işkence görürüz, İranlılar bizi öldürmez, bir süre sonra Türkiye'ye iade eder" deyip İran topraklarına girdik. İran Azerbaycanlı kaçkınlar rahat özgür bölgelere ulaşsınlar diye büyük bir insanlık örneği sergileyerek, sınırlarını 30 kilometre kadar ileriye aldığından, rahatça giriyoruz İran topraklarına. Hatta benzin biten aracımıza terk edilen bir askeri garnizondan bir büyük bidon benzin de "ödünç" alıyoruz. 90 kilometre kadar sınır boyundan gittikten sonra tekrar Beylegan civarında Azerbaycan toprağına dönüyoruz. Surat Hüseyinov darbe yapmış. Nahcivan'dan gelen Haydar Aliyev olağanüstü hal ilan etmiş Meclisi Ali Reisi sıfatıyla. Gece yarısını geçtiğinden, sokağa çıkma yasağını delmiş olacağımızdan çeşitli tehlikeler doğabileceğinden ana yoldan değil, tali yollardan Bakü'ye doğru yola devam ediyoruz.

Gece 03;45 civarında bir çiftliğin ışıklarını görüyoruz. Nerdeyse 20 saattir yememiş, içmemiş olduğumuzdan tükenmiş vaziyetteyiz. Eğer asker varsa teslim oluruz deyip ışığa doğru ilerliyoruz. Kapıya çok az kala gür bir ses duyuyoruz. "Hatun kalk, konaklar var!" Türk kültürü. O saatte tandır yakıldı, ellerindeki birkaç tavuk pişirildi. Bağdan üzüm getirildi ve bize mükellef bir ziyafet verildi. Bu arada sohbette öğrendik. Bizi misafir eden, pürüzsüz "Kıbrıs şivesi" benzeri bir şiveyle konuşan bu insanlar Agdam göçmeniydiler. Bir akrabaları onları geçici olarak o bağ evine yerleştirmişti. Gözlerden yaşlar boşandı. O akşam hayatımın en müthiş deneyimlerinden birini yaşadım. Bir kez daha da gerçek vatanın lisan olduğuna kani oldum.

Atmosferi değiştirmek lazım

Uluslararası diplomasi jargonunda kısaca “Blame game” denen ve kabahatli hangi taraf olduğuna bakılmaksızın tarafların birbirlerine başarısızlığın suçunu yıkmaya çalışmaları gayretine Kıbrıs görüşme sürecinde çok sık yaşanmıştır.

Rahmetli Başkan Rauf Denktaş, “Kendi önerilerinin altındaki imzayı silip kendi imzamı koysam, Rum tarafı onu bile anında reddeder” derdi şakayla karışık niye Kıbrıs görüşmelerinde ilerleme sağlanamadığını anlatırken. Hiç ama hiç inanmıyordu Rum liderliğinin bir gün adadaki iki halkın siyasi eşitliğine dayalı, 1960 güvenlik ve ittifak sisteminin korunduğu, iki kesimli, iki toplumlu bir federasyonu kabul edeceğinden.

Kıbrıs Türk tarafının ne siyasi eşitlikten ne de Türkiye’nin tek taraflı müdahalesini de içeren garanti sisteminden vaz geçemeyeceğini, Rum tarafının da bunları asla kabul etmeyeceğini söyler, çözümün anahtarının iki halkın ayrı egemenliklerini içeren bir yaklaşımda olacağını, bunun da uluslararası toplumun Kıbrıs sorununa bakış açısını değiştirmedikçe mümkün olamayacağının altını çizerdi.

Bu görüşteki Denktaş niye görüşme sürecini sanki bir sonuç alınabilecekmiş gibi devam ettiriyordu? Niye Rum tarafını görüşmeye zorluyordu? Rumlar federasyon şemsiyesi altında tekil bir devlet, Denktaş ise aynı şemsiye altında daha ziyade konfederasyon diye tanımlanabilecek bir yapı, hatta bazı dönemlerde açıkça iki devletli bir çözüm talep ediyordu. Yine de toplumunun çözüm beklentisi, Kıbrıs sorununun Türkiye’nin dış politikasındaki negatif etkileri, uluslararası baskılar ve daha birçok faktörün etkisiyle adayı güya federal bir çatı altında birleştirecek görüşme süreci on yıllarca sürdürüldü.

Görüşmeler her kesildiğinde veya bir nedenle çöktüğünde de hep diğer tarafın sorumlu olduğu iddia edildi, en güzel “blame game” örnekleri sergilendi.

Annan planı süreci bir anlamda tarafların dünya kamuoyu önünde kartlarını en açık şekilde oynadıkları dönem oldu. Süreç sonunda Kıbrıs Türk halkı on yıllardır liderliğine inanıp güvendikleri, “milli dava avukatı” dedikleri Denktaş’ı üzme pahasına acı ödünler içeren ve kabul edilseydi büyük olasılıkla kısa sürede başarısız olacak Annan Planına “evet” dedi ancak Kıbrıs gözlemcilerinin çoğunun beklediği gibi Rum tarafının “hayır” oyu ile süreç başarısız oldu.

Denktaş’ın “Rumlar nasıl olsa ‘hayır’ diyecekler ve bizim ‘evet’ oyumuz bizden daha fazla ödün istenmesinin yolunu açacak” görüşü maalesef doğru çıktı. Gerek Mehmet Ali Talat ve Derviş Eroğlu dönemleri gerekse de çok daha teslimiyetçi Mustafa Akıncı döneminde Kıbrıs Türkü çok daha ciddi ödünler vermeye zorlandı.

Kıbrıs Rum liderliği birçok daha önemsiz çözüm imkanı yanı sıra, 1986’da New York’ta Perez De Cuellar belgesini, 1992’de BM Güvenlik Konseyi’nden 789 sayılı kararıyla resmileşen Butros-Butros Gali Fikirler Dizisi ile Güven Yaratıcı Önlemleri, Nisan 2004’de Annan Planı referandumunu ve Temmuz 2017’de Crans Montana’da Guterres Çerçevesini neden reddetti? Temmuz 2017’de Nikos Anastasiades ne demişti Guterres, Akıncı ve TC Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’na?

Daha sonra da aynı açıklamayı defalarca yaptı Anastasiades. Mealen aktarayım, “Çoğunluk ile azınlık nasıl eşit olabilir? Siyasi eşitlik temelli bir anlaşma yapacağımızı ben halkıma nasıl anlatırım?”

Crans Montana’da bir söz daha söyledi Anastasiades. Çavuşoğlu’na yaklaşan seçimlere kadar kendisine zaman verilmesini, seçim sonrasında iki devletli çözümü konuşabileceğini söyledi… Çavuşoğlu da Anastasiades’in bu “özel” mesajını Akıncı’ya iletti.

Tekrar federasyon yalanına dönünceye kadar bir dönem Akıncı’nın da seslendirdiği iki devletli çözüm konusunun arka planında bu gelişme var. Rumlar 1964’de gasp ettikleri Kıbrıs hükümeti unvanını Kıbrıs Türk halkı ile eşitlik temelinde paylaşmaktansa iki ayrı devleti tercih edeceklerini “resmen” ifade ettiler.

Kıbrıs görüşmelerinde başarısız olunmasının sebebi Rumların egemenliği paylaşmaması olduğu net bir şekilde son kez Crans Montana’da ortaya çıktıktan sonra Kıbrıs Türk tarafının tekrar eşitliğin talep edileceği bir sürece girmesi tabii ki söz konusu olmamalıydı. Nitekim yapılan son iki “gayrı resmi” temasta artık eşitlik konuşulamayacağı, eşit egemenliğin kabulü sonrası yeni bir süreç olabileceği net bir şekilde masaya kondu.

Bu tutum yeni bir süreci reddeden bir yaklaşım değil, aksine sonuç alıcı bir kararlılığın ifadesidir. Rum tarafı, BM, AB ve hatta ABD bir sonuç alınmasını istiyorlarsa Rum tarafının eşit egemenliği kabul edebileceği şartların oluşması için adadaki iki taraf arasında küçük güven artırıcı önlemlerle iklimi yumuşatmaları en akılcı yol olmayacak mı?

Rum tarafının bütün itirazlarına rağmen şekillenen yeni oyun “güven artırıcı önlemler” eksenli olacağı artık belli olmaya başladı.