Kıbrıs’ta çözüm konusunda taraflar arasındaki fark neredeyse siyah ile beyaz arasındakinden büyük. Bu pozisyonların yakınlaştırılmasında ne Rum tarafında George Vasiliu gibi pragmatist bir işadamının iktidara gelmesi, ne de Türk tarafında Mustafa Akıncı’nın “çözüm olsun da ne olursa olsun” çizgisine yakın teslimiyetçi anlayış başarılı olmadı.

Tabii, “Akıncı döneminde Rum kesiminde daha iyi bir vizyona sahip, barış yapmaya istekli bir başkan olsa idi durum farklı olurdu” denilebilir. Vasiliu döneminde karşısında rahmetli Rauf Denktaş yerine Akıncı olsa farklı mı olurdu? Büyük olasılıkla Akel desteği ile yönetimde bulunan Vasiliu da tıpkı defalarca Nikos Anastasiades’in yaptığı gibi bir şekilde topu oyun dışına atacaktı. Belki bu ifadelerimi “Önyargılısın” diye eleştirenler olacaktır, ancak 1968’den bu yana Kıbrıs görüşmeleri tarihi bu dediklerimin ibretlik tanığıdır.

Bir tarafın temel pozisyonu Kıbrıs Türküne olabildiğince az toplumsal ama en geniş şekilde kişisel haklar vererek, adı ne olursa olsun mevcut tekil devlet yapısını anayasal tadilatla sanki federal bir statüye taşımak. Kıbrıs Türklerini azınlık halinde Rum egemenliğindeki Kıbrıs Cumhuriyetine yamamak iktidarda kim olursa olsun Rum siyasetinin odağıdır. Toprak, asker, yerleşikler, mal sahipliği konuları elbette önemlidirler ancak Kıbrıs Türkü azınlık statüsünü kabul etse Rum kesimi bu alanlarda daha cömert olabilecektir. Kim bilir belki Türkiye’ye adada İngiliz üsleri gibi bir imkan sağlamayı öngören 1963-1964’teki Amerikan Acheson planı gibi formüller bile geliştirebilir birileri.

Türk tarafı açısından ise otonom yönetim, hakların korunması temelinde başlayan görüşme süreci Rum tarafının yanlışları üzerinde zamanla gelişerek önce federal, sonra konfederasyona daha yakın bir duruş ve şimdi de iki devlet temelli bir çözüm pozisyonu gelişti. Gerek Rum gerekse de Türk pozisyonlarındaki temel anlaşmazlık konusu da zaten en başından bu yana egemenliğin sahipliği noktasındadır. Kıbrıs Türkleri zamanla “eş sahiplik” pozisyonundan “egemen ortaklık” ve hatta “eşit iki devlet” pozisyonuna evrilirken, Rum kesiminde “çoğunluk ile azınlık eşit olamaz, Türkler azınlık haklarına razı olmalı” pozisyonu çözümün önüne set çeken bir anlayışla giderek katılaştı, ödün verme kapasitesini sakatladı. Aslında bu durum 2017 Crans Montana sürecinin ve o zamandan bu yana yaşanılanların kısa bir özetidir.

Gerek Batı düşünce kuruluşları gerekse de arabulucuların sıklıkla seslendirdikleri “çözüm sadece adadaki taraflara ve iki anavatana değil tüm Akdeniz’de bir işbirliği ve ortak refah dönemi başlatacaktır” propagandası bile tarafların tutumlarını değiştirmemiş, tek taraflı Rum hidrokarbon maceralarına Kıbrıs Türk ve Türkiye tarafından sahada cevap verilmesi, Fransa ve AB’nin olaya müdahil olmaları mevcut girift durumu daha da kötüleştirdi. Almanya’nın konuya el atmasıyla Türkiye-AB ilişkilerinde “yaptırım” aşamasından “pozitif ajanda” iklimine gelişen durum bir anlamda da ilan edilmeyen bir hidrokarbon faaliyetleri moratoryumu başlattı.

New York temasları da bir kez daha gösterdi ki bu günden yarına yeni bir Kıbrıs görüşme sürecinin başlaması mümkün değil. Birileri baskı kullanarak geçmişte örnekleri görüldüğü gibi süreci başlatsalar bile, başarı şansının olmadığı ortada. Dolayısıyla, iki tarafın pozisyonlarında yumuşama olasılığının yolları araştırılmalı, denenmiş olanda ısrar yerine belki daha küçük ve karşılıklı çıkara dayalı işbirliği adımlarıyla iklimi görüşmelerde acı ödünlerle kazan-kazan durumuna taşıyacak bir anlayışa hazırlamak gerekir.

Türk tarafının daha önce defalarca önerdiği hidrokarbon kaynaklarının BM veya bir başka güvenilir kurumun gözetim-yönetiminde bir ortak geçici düzenleme, komisyon veya şirket ile adadaki iki halkın yararına kullanılması ne kadar büyük bir imkan doğuracaktır? Veya, gerek ithalat-ihracat, gerekse enerji ve yaşamsal kaynakların ortak yönetimi değilse bile karşılıklı yarar temelinde bu alanlarda yardımlaşma, çözüm olacaksa eğer kesin ihtiyaç olacak iki halk arasında daha olumlu bir anlayışın gelişmesine katkı koymayacak mıdır?

Unutmayalım, yoku paylaşmak imkansızdır. Varı paylaşmak ise akıl gereğidir. Varı paylaşmak adadaki iki halkı da, Türkiye ve Yunanistan’ı da çok daha ileriye taşıyacaktır.

Çağlar ötesinden Mevlana’nın sesini duyalım, “Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!”