2010 yılının sonunda önce Tunus’ta, Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali devrildi. Hareket bir ay gibi kısa bir zamanda, sınırların ötesine taştı ve artık sözde Arap Baharı başlamıştı.

Sözde Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte sırasıyla, Mısır, ’da ordu, Mübarek’i bıraktı ve 30 yıllık hükümdarlığı, 18 günde Tahrir Meydanı’nda son buldu. Libya’da isyancılar çok hızlı bir şekilde silahlandılar. Kaddafi linç edilerek öldürüldü. Yemen’de aylar süren gösterilerin ardından Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih yetkilerini devretmek zorunda kaldı. Sıra Suriye’ye gelmişti. BAAS rejimlerinin en güçlü olduğu iki ülke, Irak ve Suriye idi. Maalesef ki IŞİD de, bu iki ülkede ortaya çıktı. Suriye’deki Baasçılar Nusayri olmasına rağmen, Iraktakiler Sünni Araplardı.

Hafız Esad, 1970’te darbe ile gelerek devlet başkanı olmuştu. Suriye’de nasyonalist, sosyalist ve laik bir rejim kurulmuştu ve bu rejimde ülkede azınlık olan Nusayriler yönetimde çoğunlukta bulunuyorlardı. 2000 yılının Haziran ayında Hafız Esad ölünce, yerine oğlu Beşar Esad geçti. Beşar Esad Batı’da okumuş, tıp eğitimi almış ve bir dönem de İngiltere’de doktorluk yapmış genç biriydi. Bu arada, sivil toplum kuruluşları Suriye’de olağanüstü halin kalkması, parti ve sendikaların kurulması yönünde talepler dillendirilmeye başladılar. Bu söylemler sonrası ülkedeki yasaklar yeniden sertliğini göstermeye başladı. 2001 baharında da tutuklamalar başladı. Esad yönetimi, İran ve Hizbullah’a yaklaştı.

Şimdi araya girerek bir bilgi paylaşayım; Kudüs’te Dünya Siyonist Örgütü tarafından yayımlanmakta olan Kivunim (Yönelişler) dergisindeki “80’li yıllar için İsrail’in stratejik plânları” ile ilgili bir makalede:“Merkezde yer alan gövde olması bakımından Mısır, özellikle Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki giderek sertleşen çatışmalar gözüne alınırsa, şimdilik bir kadavradır. Bu ülkenin ayrı coğrafi eyaletlere bölünmesi, bizim Batı cephesi üzerinde, 1990’li yıllar için siyasî hedefimiz olmalıdır. Böylece Mısır bir kere parçalandıktan ve merkezî iktidardan yoksun bırakıldıktan sonra, Libya, Sudan ve diğer uzak ülkeler aynı çözülmenin içine gireceklerdir. Yukarı Mısır’da bir Kıptî devletinin kurulması ve daha az öneme sahip bölgesel kimliklerin oluşturulması, barış anlaşması yüzünden şimdilik geciktirilmiş, fakat uzun vadede kaçınılmaz olan bir gelişmenin anahtarıdır.

Dış görünüşüne rağmen, Batı cephesi Doğu cephesinden daha az problem çıkarıyor. Lübnan’ın beş eyalete bölünmesi, Arap dünyasının bütününde meydana geleceklerin müjdesini veriyor. Suriye ve Irak’ın etnik veya dinî kıstaslar bazında belli bölgelere ayrılması, uzun vadede, İsrail için öncelikli gaye olmalıdır. Bunun birinci safhası ise, söz konusu devletlerin askeri güçlerinin imha edilmesidir. Suriye’nin etnik yapıları, kendisini parçalanmaya hazır hale getiriyor: Suriye’nin deniz sahili boyunca bir Şiî devleti, Halep’te ve Şam’da birer Sünnî devleti kurulabilir. Her halükârda Huran’la birlikte Ürdün’ün kuzeyinde –belki de bizim Golan’ımız üzerinde- kendi devletini oluşturmayı ümid eden bir Dürzi kimliği de ortaya çıkabilecektir…”Böyle bir devlet, uzun vadede, bölge için bir barış ve emniyet garantisi olacaktır. Bu bizim rahatça gerçekleştirebileceğimiz bir hedeftir. Petrolce zengin ve iç mücadelelerin pençesindeki Irak, İsrail’in nişan çizgisindedir. Onun dağılması bizim için Suriye’ninkinden daha önemlidir; zira Irak, yakın vadede İsrail için en ciddi tehlikeyi temsil etmektedir”

Sonuçta önce Irak dağıtıldı, sonrasında, Arap baharı ile sayılan ülkelerde karışıklıklar çıkarıldı ve sıra Suriye’ye geldi. Ne hikmetse, monarşi ile yönetilen ve demokrasi ve hukukun hiç olmadığı S. Arabistan ve BAE gibi ülkeler hiç gündeme dahi gelmediler. 

Tekrar Suriye’ye dönersek, 2008 yılında aralarında Müslüman Kardeşler’in de bulunduğu bir cephe, Şam Deklarasyonu’nu yayınladı. Suriye’de değişim talep ettiler. Ancak talepleri karşılık bulmadı. B. Esad 11 yıldır iktidarda olmasına rağmen, 41 yıllık olağanüstü hal uygulamaları hâlâ duruyordu. İlk paragrafta değindiğim üzere, Tunus’ta başlayan sözde Arap Baharı, 41 yıllık Suriye rejimine ulaştı. Göstericiler sokaktaki yerlerini almaya başlamışlardı. Esad yönetimi bu duruma müdahale etmek için diyalog sözü verdi.

Fakat ölümler arttıkça protestolar büyüdü. Yüz binlerce insan sokaklara döküldü ve tanklar 31 Temmuz 2011 günü Hama’ya girdi. Uluslararası kamuoyu hareketlendi. BM Genel Sekreteri diyalog çağrısı yaptı. Suriye ordusundan ayrılan Albay Musa Riyat El-Esad, Özgür Suriye Ordusu’nu kurdu. AB ve ABD, Esad’ın görevi bırakmasını talep ettiler. Suriye muhalif grupları, 3 Ekim 2011 yılında İstanbul’da toplandı. Ölenlerin sayısı 5 bin, tutuklananların sayısı ise 15 bine yaklaşmıştı. Tam bu sırada Suriye’de El-Nusra cephesi çıktı. Küçük bir gruptu. Rejimi yıkıp, yerine selefi bir devlet kurmak istediklerini açıkladılar. Hatta, Nusra teröristleri, Ankara’yı İslami olmamakla da suçladılar. 

Bu arada adı daha önce duyulmamış bir aktör sahneye çıktı. 5 Ocak 2012’de ABD’nin son birliklerinin de Irak’ı terk etmesinden 20 gün sonra Bağdat ve Nasiriye’nin, Şii bölgelerinde bomba yüklü araçlar patladı. Saldırıyı, terörist Ebu Bekir El-Bağdadi üstlendi. Böylece Irak’ta yeniden şiddet çemberi oluşuyordu. Başbakan Maliki, Amerikalıların ardından politikalarını hızla uygulamaya sokmuştu. Son birliklerin çekilmesinden bir gün sonra Tarık el-Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkarttı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi, önce IKBY’ye, ardından da Ankara’ya sığındı. Sünni siyasetçilerden bazıları istifa ettirildi, bazıları da gözaltına alındı. Sünniler ve Şiiler arasındaki ilişkiler giderek kötüleşti. Bağdadi de bu durumdan faydalandı ve ABD’nin boşalttığı bölgelere yerleşti.

Irak’ta ordu gösterileri bastırmaya çalıştı. Sünni ve Şii barışı çöküşe geçti. Şii Mehdi Ordusu sokağa geri döndü. Bağdadi, internetten yayınladığı videolar ile duvarları yıkma hareketini başlattıklarını duyurdu. Tikrit’te cezaevine baskın yaptı. Bunun sonucunda El Kaide teröristleri serbest kaldı. 21 Temmuz 2013’te Ebu Gureyb ve Taci hapishanelerinde bomba yüklü araçlar patladı. Aralık 2013’te Anbar’daki Sünni aşiretlerin ileri gelenlerinden bir milletvekili tutuklanmıştı. Çatışma iyice genişledi. Aşiret mensupları öldü ve 44 Sünni milletvekili istifa etti ve kıyamet koptu. Irak bir kez daha kaosa sürüklendi ve Sahva Ordusu’ndan bazıları Bağdadi’nin saflarına katıldı.

Aşiretler arasından bu karara destek verenler de vardı, karşı çıkanlar da. Konuyla ilgili olarak Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Bölümü El Kaide ve IŞİD uzmanı Cole Bunzel, “Sünnilerin bir anda azınlık durumuna düşürülmesi, kesinlikle IŞİD’in işine yaradı. Zaten propagandasında da, en çok işlediği konu bu oldu. Hatta ABD’nin Irak’taki Şiileri destekledikleriyle ilgili, amacı bölgedeki Sünnilerin gücünü zayıflatmak olan bir komplo teorisi oluştu. Bu propaganda Zerkavi döneminde başladı.

El Kaide ve IŞİD’in propagandalarında ABD, Hristiyanlar, İsrail ve Yahudilere yönelik hiç bir şey yoktu. Sadece Şiiler vardı ve bu gerçekten dikkat çekiciydi.” Siyaset bilimci Olivier Roy’e göre ise, “IŞİD nedir? İki babası var. Biri Bin Ladin, diğeri Saddam Hüseyin’dir. Demografik tabanı ise Sünnilerdir. Irak’ta 1920’lerden itibaren ülkeyi elinde tutan Sünniler, müdahaleden sonra siyasetten tamamen marjinalize edildiler. Hüsran içinde her şeyleri ellerinden alınmış olan Irak’taki Sünnilerle, Suriye’deki Nusayri bir rejim nedeniyle aynı hislerle yaşayan Sünniler, bir araya geldiler. Diğer taraftan, Irak El Kaidesi de bir mutasyona uğradı ve işte size IŞİD! Yani IŞİD, eski El Kaidecilerle, Irak’taki BAAS kadrolarının elitlerinin birleşmesinden çıkmıştır.”

Bunlarla birlikte, örgüt sadece Irak’ta yoktu. Suriye’de de El-Nusra cephesine silah ve adam yolladı. 2013’ün ikinci yarısından itibaren Suriye’de de gücünü arttırdı. Nusra cephesi, Şam, Halep ve Rakka’da başarılı olmuştu. Ancak bu iki terör örgütü arasındaki ittifak çok uzun sürmedi. Terörist Bağdadi’nin Suriye’de egemenlik iddiaları, Suriye’deki muhalif Sünni militan grupları kızdırdı. Suriye’de IŞİD’e karşı askeri bir cephe oluşturuldu. Halep sınırının doğusundaki Maskana kendinde çatışmalar çıktı. Bazı teröristler, Nusra’dan ayrılıp IŞİD’e geçti. Böylece Suriye Devlet Başkanı Esad’a karşı olan muhalifler, artık birbirlerini öldürür konuma geldiler.

Shane Bell konuyla ilgili olarak, “2013 ve 2014’te IŞİD, Nusra’nın elinden toprak alıyordu ve bu da Nusra’yı oldukça zayıflattı. Birçok Nusra teröristi IŞİD saflarına geçti. Suriye’de ılımlı muhalif diyebileceğimiz faklı gruplar da var. Tabi maalesef gruplar arasında da geçişkenlikler var. Bu doğrultuda Özgür Suriye Ordusu üyelerinden de ılımlı ve ya radikal farklı gruplara katılanlar oldu.”

Suriyeli bazı din adamları İŞİD’iN önüne gelenleri öldürdüğünü, Hristiyanlara saldırdığını, fitne yaydıklarını açıkladılar. ÖSO da, İŞİD’li teröristleri aynı şekilde konumlandırdı. İŞİD de bunun üzerine ÖSO’yu tabut peşindeki hainler olarak tasvir etti. Kendisi gibi selefi anlayıştaki Ahrar el-Şam hareketi üyesi birini kaçırıp mürted ilan etti. Bu durumla ilgili Cole Bunzel, “İŞİD’in cihat hareketini bölerek bu konuma geldiğini söyleyebiliriz. En aşırıcı işleri yaparak dikkatleri üzerine çektiğini söyleyebiliriz. Çok fırsatçılar. Kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyorlar. Hiç ittifak yapmayacakları yapılarla bile, çıkarlarına uygunsa ittifak yapabiliyorlar.” 

Bu arada herkesin aklına bazı sorular gelmeye başladı. Mesela, "İŞİD neden asla İsrail'e saldırmıyor? Haçlılardan, Şiilerden, Hristiyanlardan ve bazen Yahudilerden nefretini dile getirirken, 'İsrail' kelimesi neden ağza alınmıyor? İsrail'in Suriye'ye yönelik hava saldırıları neden daima hükümeti ve Suriye yanlısı İran güçlerini hedef alıyor, İŞİD asla vurulmuyor?"

Devam edecek….