Avrasya’yı oluşturan Asya ve Avrupa kıtalarının ortasında yer alan Karadeniz bölgesi Soğuk Savaş sonrası dönemde dikkatlerin daha fazla odaklandığı bir bölge haline gelmiştir. Bu noktada ana dinamik olan SSCB’nin dağılması sonrasında 1992 yılında açılan Ren-Tuna kanalıyla Kuzey Denizi’ne ve Volga-Don kanalıyla da Hazar Denizi’ne bağlanan Karadeniz’in stratejik ve ekonomik önemi daha da artırmıştır. Böylece Karadeniz; SSCB’nin dağılmasıyla bir yandan güç boşluğu ve buna bağlı olarak nüfuz mücadelesinin yaşandığı diğer yandan açılan kanallardan dolayı ticari önemi artan daha stratejik bir bölge halini almıştır.

Ulusal güvenliğini, Ulusal Güvenlik Strateji Belgeleri üzerinden tesis eden Amerika Birleşik Devletleri’nin, son Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi Aralık 2017 tarihinde kamuoyuyla paylaşılmıştır. Bu belgede Rusya’nın revizyonist girişimleri gerekse nükleer silah ve balistik füzeler, denizlerin serbestliği, enerji güvenliği ve ekonomik güvenlik başlıklarında ABD’nin Karadeniz stratejisine dair perspektifler konulmuştur. Türkiye ise gerek NATO ve bölge stratejileri gerekse Rusya ile ilişkiler bağlamında belgedeki dost ve müttefik ülkeler olarak bahsedilen devletler arasındadır. Bu noktada Türkiye’nin, ABD açısından küresel liderliğini sürdürmek için mücadele edeceği tehditler ve meydan okumalara karşı iş birliği içinde olunacak önemli bir müttefiği olduğunu söyleyebiliriz.

Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD dış politikası açısından özne konumunda olmayan Karadeniz jeopolitiği; SSCB’nin dağılmasının ardından uluslararası sistemle eşgüdümlü bir şekilde yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu süreçte “Yeni Dünya Düzeni” mottosuyla küresel hegemonyasını sürdürmeyi amaç edinen ABD’nin, Karadeniz politikası da söz konusu amaçla uyumlu olmuştur. ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgeleriyle benzer ve paralel perspektifler ortaya koyan “Büyük Satranç Tahtası” adlı eser ve “Genişletilmiş Karadeniz Projesi”nin temelinde yer alan anlayış; ABD hegemonyasına karşı olası rakiplerin gerçek rakip halini alması ve bölgesel ittifakların oluşmasının engellenmesidir. Bu doğrultuda 1997 yılında ilan edilen “Yeni Bir Yüzyıl İçin Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde eski Sovyet Cumhuriyetlerinin Avrupa Atlantik sistemiyle bütünleşmesinin hayati öneme haiz olduğu ifade edilmiştir.

Bunlardan önce ABD’nin dış politikasını anlamak için belirli dönemler olduğunu iyi analiz etmeliyiz. Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar ABD dış politikasını dört temel dönemde inceleyebiliriz. Bunlardan biri olan dördüncü dönemde Soğuk savaş sonrası ticari ve askeri küresel rekabete göre planlama, Rusya ve Çin’i çevreleme, stratejik bölgelerde asker, üs konumlandırma, önleyici savaş doktrinleri ve BOP ve Arap baharı gibi sinsi siyonist hedefleri sürdürme, kendisine yakın yönetimleri işbaşına getirme, askeri darbeleri destekleme veya organize etme yer almaktadır.

Diğer yandan, uluslararası sistemde küresel aktör olarak etkin bir dış politika izlediği 1940’lı yılların ortalarından itibaren ABD ulusal güvenliğinin iki temel eksen üzerinden inşa edildiği iddia edilebilir. Bunlardan birincisi liberal ekonomik ve siyasi dünya düzenin geliştirilmesidir. İkincisi ise Komünizm caydırılması ve çevrelenmesidir. Karadeniz bağlamında, AB’ nin ve NATO’nun genişlemesi çerçevesinde hala sürdürülen bu politikanın arkasında ABD’nin bir ötekiye ihtiyacı olduğu ve bununla mücadele üzerinden kendi çıkarlarının maksimize ettiği gerçeği yatmaktadır. Dolayısıyla ABD açısından SSCB’nin dağılmasından ziyade kontrol edilebilir bir tehdit olarak mevcudiyetini sürdürmesi daha tercih edilir bir seçenektir.

ABD’nin Karadeniz bölgesine yönelik stratejisinin ana bileşenleri aşağıdaki gibidir

*Bölgede Kuzey Atlantik anlaşması Örgütü/NATO’nun genişlemesi

*Bölgede üs veya üsler kurma

*Enerji jeopolitiğini kontrol etme

*Ortak Transatlantik Politika uygulanması

*Bölge ülkelerinde kamuoyu oluşturma

*Yeni inisiyatifler geliştirme

*Rusya’yı kontrol etme

Bahsekonu bileşenler çerçevesinde Post-Sovyet dönemde Karadeniz coğrafyasına ilgisi artan ve bölge stratejisini daha da belirginleştiren ABD, SSCB’ nin dağılması sonrasında bağımsızlıklarını kazanan bölge devletleriyle NATO aracılığıyla ilişki kurmaya çalışmıştır. Günümüzde gelinen noktada bu devletlerin bir kısmı Avrupa Birliği (AB) üyesi veya aday durumunda ve aynı zamanda bir kısmı da NATO üyesi olmuştur. Atlantik İttifakı’nın güvenlik boyutunda en önemli kurumsal ve yapısal organizasyon olan NATO’nun Karadeniz bölgesine yönelik politikasında ana hedef, bölgede Batı’nın aleyhine bir jeopolitiğin engellenmesidir. Daha detaylı ifade etmek gerekirse NATO’nun amacı; bölgedeki Batı karşıtı hareketlerin bir tehdit halini almaması, enerji tedariki sorununun olmaması ve bölgedeki devlet veya devlet dışı aktörlerin silahlanmaları tehdidinin ortadan kaldırılmasıdır. ABD açısından önemli enerji kaynak ve koridorlarının bulunduğu bölgede Rusya Federasyonu’nun yeniden etkinlik göstermeye başlaması ise dengelerin ve jeopolitik hesapların değişmesine sebep olmuştur. Bu minvalde Rusya’nın Ukrayna’nın elinde bulunan Karadeniz limanlarını işgal etmesi ABD yönetiminin tepkisini çekmiştir.

Dahası Rusya’nın Washington yönetimi tarafından ABD’nin küresel liderliğini tehdit eden bir aktör olarak ele alındığı bilinmektedir. Ancak söz konusu tehdidin sadece ABD’ye karşı olmadığı; onun müttefiklerine yönelik olduğu da belirtilmektedir. Rusya ve Çin’in ABD’nin değerleri ve çıkarlarına zıt bir dünya şekillendirmek istediği ifade edilmektedir. Bu kapsamda Rusya’nın yeniden eski büyük gücüne geri dönmeyi arzu ettiği ve bunun için sınırlarına yakın bölgelerde nüfuz alanları oluşturmayı amaçladığı ileri sürülmektedir. Ancak ABD yönetimi her devletin ulusal çıkarlarının farklı olduğu gerçeğinden hareketle söz konusu iki ülkeyle iş birliğine hazır olduğunu da ifade etmiştir. Rusya’nın sınırlarına yakın alanlardan bir tanesi de doğal olarak Karadeniz bölgesidir. Dolayısıyla ABD, bir yandan Rusya’yı tehdit olarak görmekte ama diğer yandan çatışma arzusunda olmadığını da ifade etmektedir. Çatışmadan ziyade iş birliğinin karşılıklı olarak çıkarlara hizmet edeceği anlayışına öncelik verileceği ancak bu sürecin işlememesi halinde gerekirse çatışmadan kaçınılmayacağının da mesajı verilmiştir.

Strateji belgeleri ile birlikte Genişletilmiş Karadeniz Projesi’ne bakıldığındaysa Rusya’nın demokratik bir sisteme evrilmesinin ABD’nin çıkarları bakımından önemli olduğu görülecektir. Dahası ABD, Genişletilmiş Karadeniz Projesi’yle enerji güvenliği ve serbest ticaretin sürdürülebilir olmasını arzu etmektedir. Özellikle Rusya Federasyonu’na olan enerji bağlılığını azaltmak amacıyla Hazar Havzası’nın enerji kaynaklarının arzı bağlamında tanker taşımacılığının ve boru hatlarının güvenceye alınması amaçlanmaktadır.

Öte yandan, Kafkaslar’da Gürcistan, Doğu Avrupa ve Karadeniz jeopolitiğinde Ukrayna merkezli gelişmeler belgedeki endişelere kaynaklık edebilecek hadiselerdir. Her iki örnekte de Rusya’nın sınırları dışında askeri yöntemler kullandığı görülmektedir. Ukrayna örneğinde ise Karadeniz jeopolitiğinin önemli bir parçası olan Kırım, Rusya tarafından ilhak edildiğini görmekteyiz. Bu örnekte İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da bir devletin başka devletin sınırlarını değiştirdiğine şahitlik edilmiştir. Sözkonusu hamle ile Rusya’nın Doğu Avrupa’da özellikle de Ukrayna üzerinde ciddi bir baskı kurarak Karadeniz bölgesinde söz konusu olan Batı lehine ve kendi aleyhine gerçekleşen jeopolitik değişime karşı önlem almaya çalıştığı görülmektedir.

Bunlarla birlikte, Rusya’nın Avrasya jeopolitiğinde askeri araçlarla veya sert güç kapasitesine yaptığı yatırımlarla krizler, istikrarsızlıklar ve kaotik durumlar yaratmasının dışında yumuşak güç araçları kullanımının da ABD için bir tehdit olarak algılandığı gözlemlenmektedir. Konu bağlamında Çin ve Rusya’nın etkilerini genişletmek ve küresel rekabette ABD’ye karşı avantaj elde etmek için gelişmekte olan ülkelere yatırım yaptıkları bir gerçektir. Bu kapsamda başta günümüzün Yeni İpek Yolu Projesi olarak da ifade edilen “Kuşak-Yol” Projesi’nin, ABD’li karar alıcılar açısından bir tehdit olarak değerlendirildiği ileri sürülebilir. Beş güzergâhın söz konusu olduğu projede güzergâhların üçü denizden ikisi karadan geçmektedir. Bahse konu beş güzergâhtan bir tanesi Türkiye’den geçmekte ve hatta Asya-Avrupa bağlamında stratejik güzergâhların tamamında Türkiye’nin kontrolü söz konusudur. Ayrıca projenin Rusya ve İran üzerinden geçen kuşaklara sahip olması ve Karadeniz’in bu anlamda Hazar’la birlikte önem arz etmesi de bir diğer endişe sebebi olarak yer almaktadır. Bunun dışında Rusya’nın, Türkiye ile Akkuyu ve Sinop nükleer santral inşası sürecinde ortak hareket etmesi, Mavi akım ve Türk akımı projeleri de bir diğer örnek olarak gösterilebilir.

Son olarak; Türkiye ile Rusya arasındaki bir yakınlaşmanın ABD çıkarlarına aykırı olduğu düşünülmektedir. Bu durum ABD açısından iki önemli sorunsalı gündeme getirmektedir. Birincisi önemli bir müttefikin kaybedilmesi ve Atlantik İttifakı’nın güvelik ayağının darbe yemesidir. İkincisiyse başta Ortadoğu ve Karadeniz jeopolitiği başta olmak üzere bölge stratejilerine karşı bir direncin oluşması ve maliyetlerin artması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı ekseninden kayması veya ABD ile ilişkilerinin ikincil öneme evrilmesi ve bunun yerini Rusya Federasyonu’nun alması Beyaz Saray yönetimi açısından istenilen bir durum değildir. Dahası ABD açısından Karadeniz jeopolitiğinde ana hedefin Rusya’nın revizyonist eylemlerinin engellenmesi, bölge ülkelerinin ABD’ye yakın bir çizgiye çekilmesi, enerji koridorlarının ve ekonomik güvenliğin tesis edilmesi önem arz etmektedir. Türkiye’ nin ise ABD açısından bölgedeki en önemli müttefik olduğundan Rusya ile yakınlaşması ABD çıkarlarına aykırı görülmektedir. Bu nedenle Türkiye hem NATO’nun hem de Atlantik İttifakı’nın güvenliği ve bekası ile Rusya tehdidine karşı mücadelede kaybedilmemesi gereken bir aktör olarak değerlendirilmektedir. Türkiye de akılcı davranarak ABD’nin bu hassasiyetini, özellikle Ortadoğu ve D. Akdeniz’de uluslararası çıkarlarına uygun olarak kullanmayı ana politika haline getirmelidir.