Ortadoğu her zaman, uluslararası politikayı şekillendiren gelişmelerin merkezinde yer almış ve insanlık tarihine yön veren köklü medeniyetlere ve semavi dinlere ev sahipliği yapmıştır. Birinci dünya savaşı sonrası bölgede kurulan düzen neticesinde, ülkelerin başına gelen yönetimler kendilerine verilen ideolojik eksenli rolleri dönem içerisinde yerine getirmiş fakat soğuk savaş sonrası değişen parametreler ile birlikte, büyük güçlerle ittifak halinde otoriter rejimler yoluyla varlıklarını idame ettirme politikaları tükenmiştir. İstikrardaki bozulmada asıl bundan sonra gerçekleşmiştir.

1916 yılında Ortadoğu’nun, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında daha savaş sürerken Sykes-Picot Anlaşması temelinde, tarihi, sosyo ekonomik ve kültürel yapıları dikkate alınmaksızın yapay bir şekilde bölünmesi ve sömürge dönemini yaşamaları, post colonist dönemde de soguk savaşın ideolojik tezahürleri ve oligarşik, radikal islami ve monarşik rejimlerin uygulanması, İsrail’in kurulması ve yayılmacı politikaları ile bölge ülkeleri Türkiye harici ulus devlet mantığında milletleşememiştir. Ekonomik bağımsızlığını ve beşeri kalkınmalarını da sağlayamayan bu ülkeler ve rejimler sürekli istikrarsızlık ortamına kolayca itilmektedirler.

Ortadoğu’da bölgesel aktörler olarak Türkiye, İran, S. Arabistan, İsrail ile Mısır’ı, küresel aktörler olarak da ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere’yi sayabiliriz. Tüm bu ülkeler, bölgeyi kendi istekleri doğrultusunda şekillendirirken, Türkiye olarak çıkarlarımız adına bizim için en uygun neler yapmalıyız sorusuna cevap aramamız gerekmektedir. Önce Afganistan, sonra Irak ve daha sonrada Suriye’de yaratılan kaos ve sürekli çatışma ortamları, emperyalist güçlere hizmet eden parçalanmışlığa ve husumete dayalı yeni düzenler, bölge aktörlerinin, kendi iç meselelerinin çözümünü küresel aktörlere bırakmaması gerektiği konusunda ciddi dersler vermektedir.

Bölgede meydana gelen çoğu gelişmeler, zengin doğal kaynakların paylaşımı çerçevesinde çıkar çatışması ile siyonist arayışlar ve mezhep temelli iktidar mücadeleleri anlamında ideolojik kamplaşmanın sonucu olarak belirmektedir. Diğer bir deyişle, büyük güçler, bölgesel aktörler ve devlet dışı unsurlar arasında cereyan eden küresel rekabet belirleyici olmaktadır. Örneğin ABD’ nin, 2000’li yıllarda bölgeye müdahalesi Irak’ta çok ciddi bir kamu düzeni sorunu ortaya çıkarmış ve etnik ve mezhep temelli bölünmeler için fay hatları meydana getirmiştir. Aynı şeyi İsrail’in 1980’li yıllarda projelendirdiği Suriye iç savaşında da görmekteyiz. Bu minvalde İran (Şiileştirme) ve S.Arabistan’ın (Vehabileştirme/Selefileştirme) başı çektiği mezhep temelli radikalleştirmeler için düşmanca rekabetleri de bir başka sorundur. Çeşitli terör örgütleri yöntemi ile mezhep temelli karşılıklı hesaplaşmalar (Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen de) tüm islam dünyasında derin yaralar açmaktadır. Sonucunda küresel güçler ile İsrail bölgeyi kendi emelleri doğrultusunda kolayca şekillendirmektedir. İstedikleri yeni ulus-devletçikler yaratarak, daha ufak parçaları daha rahat kontrol edebilme ve siyonizmi gerçekleştirmedir.

Enerji jeopolitiğinde öne çıkma gayreti ile D. Akdeniz özelinde karşılıklı MEB anlaşmaları ve doğalgaz ile petrol arama çatışmaları da ayrı bir kamplaşma yaratmaktadır. Mısır, İsrail, G. Kıbrıs ve Yunanistan’ın bir tarafta, Libya ile Türkiye’ninde diğer tarafta karşılıklı hamlelerine AB ve diğer küresel güçlerde müdahale etmektedir. Türkiye’nin son zamanlarda Mısır ile yakınlaşması ise bu açıdan her zaman söylediğim gibi çok gerekli bir hamledir. D. Akdeniz’deki çıkarlarımız için Mısır’ın yanına, Lübnan ve Suriye’yi de katmamız şarttır.

Öte yandan, ABD, Rusya ve Çin’in Ortadoğu politikaları kapsamında üç temel politika öne çıkmaktadır. Bunlar ABD’nin Atlantik politikası, Rusya’nın Avrasyacılık politikası ve Çin’in İpek Yolu projesi. ABD’ye göre bölge kaynaklarının batıya taşınması için Basra Körfezi elzemdir. ABD ayrıca, Çin, Rusya ve İran’a karşı, İsrail, Mısır, S.Arabistan ve PKK/PYD kartlarını oynamaktadır. ABD’nin Basra Körfezi hakimiyeti hususunda etkisini en aza indirmesi gereken ilk aktör olarak da İran öne çıkmaktadır.

Dahası, 1980-1988 İran-Irak savaşı, bunu takiben 1991 Körfez Savaşı, 2003 Irak işgali ile devam eden ve Mossad orijinli siyonist emellere uygun devam eden süreçler bölgede ABD hakimiyetini güçlendirmiştir. ABD’nin Suriye politikası da bahsekonu etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden iç savaşın başladığı 2011 yılından beri sürdürülmektedir. Mossad’ın İŞİD’i kurmasıda, güçlendirmeside, S.Arabistan ve BAE kaynaklı radikal sünni diğer terör örgütlerini desteklemesi ve hepsinin birlikte laik Esad yönetimine saldırması da olayın basit bir iç savaş olmadığını göstermektedir. ABD ve İsrail’in İŞİD’ e verdiği destek, İŞİD görevini planlı bir şekilde yaptıktan sonra bitmiştir. İŞİD’in Suriye ve Irak’ta boşalttığı yerlere önceden planlandığı üzere PKK, PYD VE SGD güçleri girmiştir. Onlarda hem Doğu Suriye hem de Kuzey.Suriye de Türkiye sınırı boyunca yerleşmişlerdi. Kantonlar kurmuşlardı. Amaç Irak da olduğu gibi yeni bir özerk de-facto yapılanma oluşturmaktı. Allahtan zamanında askeri harekatlar ile bu planları bitirebildik. Bir tek Fırat’ın yani Mümbiç’ in doğusuna harekat yapmamız engelleniyor. Çünki AKP hükümetinin de eli kolu liderinin zaafları nedeni ile bağlı.

ABD bir yandan İsrail’i korumayı, bir yandan da bölgedeki doğalgaz ve petrolü kendi kontrolüne almayı, bir yandan da Şii eksenini dağıtmayı ve son olarak da İsrail ve kendisine hizmet edecek (İran-Irak-Suriye ve Türkiye’yi parçalayıp bölerek) büyük bir Kürdistan kurmak istemektedir. Büyük Kürdistan ise daha sonra İsrail için sözde vaat edilmiş topraklara kadar ülkesini genişletmek üzere dev bir adım olarak kullanılacaktır. ABD bu amaçla D.Suriye’de ülkenin yüzde 25’ini elinde tutan ve aslı PKK olan SGD oluşumunun Cenevre sürecinde Suriye’ nin geleceği için bir aktör olarak tanınmasını sağlama peşindedir.

Rusya açısından Avrasyacılık politikasının önemli bir ayağı da, D. Akdeniz’e en kısa yoldan ulaşmak ile ilgilidir. Bu yüzden de Suriye’nin kontrolü ve oradaki deniz, hava, kara güçleri çok önemlidir. Ayrıca, Avrasya’nın, güney batı kanadı D.Akdeniz bölgesidir. Benzer şekilde Libya daki varlığı da Akdenizdeki güvenliği açısından önemlidir. Türkiye olarak, Rusya’nın bu açılımlarını, PKK’ya Suriye’de hayat şansı tanımama ilkesi üzerinden Esad yönetimine baskı yapması ve Libya’da Hafter’e karşı kullanmak üzere ortak bir zemine getirebiliriz. Ayrıca Kremlin’e göre Esad rejimi çökerse cihatçı unsurlar güçlenerek istikrarsızlık Kafkasya ve G. Rusya’ya da yayılabilir. Kısaca Rusya bu hamleleri ile Suriye’de (A2/AD) geçişe kapatma ve alan hakimiyetine erişmiştir.

Türkiye için bir sonraki adımda Suriye ile ilişkileri düzelttikten sonra MEB anlaşması yapmak olmalıdır. Çünkü Rusya, Suriye’nin Akdenizdeki ekonomik alanındaki rezervlerin arama ve işletilmesi hakkını süresiz almıştır. Rusya ve Suriye’deki işbirliklerimizin üç ülke için win&win haline dönüşmesi çok önemlidir. Tek sorun AKP hükümetinin mezhepçi anlayışı ve Esad rejimine karşı yaptığı anlamsız düşmanlıklardır.

Bu arada Çin de Rusya ile birlikte BM Güvenlik Konseyi’nin, Suriye’de Esad rejimine yönelik kararlarını defalarca veto etmiştir. Çin’in İpek yolu projesi için hayati derecede önemli üç ülke İran, Türkiye ve Suriye’dir. Çin&İran ilişkileri çok iyi durumdadır. Bu açıdan İpek Yolu’nun zenginliklerinin geleceği, Suriyedeki istikrar ve Esad rejiminin kalıcı olmasına bağlıdır. Bunlardan başka, Çin ve Rusya’nın, Suriye’nin yaklaşık 400 milyar doları bulacak yeniden inşaası sürecinde çok etkili olacakları kesin gibidir. Bu devasa inşaat işlerinden pay almak üzere Rusya, Çin ve Suriye yönetimi ile ilişkileri ortak çıkarlar doğrultusunda (Suriye politikamızı değiştirerek) kullanmak çok işimize yarayacaktır. Örneğin Astana süreci bu adımlardan birisidir.

Son olarak, bölgesel aktörlerin, bölgedeki çatışma kaynaklı sorunları küresel aktörleri davet ederek çözmek yerine kendi aralarında kuracakları çok taraflı platformlar yolu ile çözmeleri gerekmektedir. Türkiye, Ortadoğu’da NATO’nun ve batılı ülkelerin kendi çıkarları doğrultusundaki uluslararası meselelerde desteğini görememektedir. Türkiye için bölgede en iyi sonuç Irak ve Suriye’deki Tükmen bölgelerinde, iki ülkeninde anayasalarında yer alacak şekilde “Türkmen Özerk Bölgeleri” kurdurmak olmalıdır. Ayrıca, iki ülkeyi de kendi hayat alanı olarak görerek sürekli istikrara kavuşmalarını sağlamalıdır. Bunun için de devlet mekanizmalarının ve demokrasi ile hukukun üstünlüğünü gözeten yeni bir düzen oluşturmlarını yardım etmelidir. En büyük hamle ise PKK ve destekçilerinin Büyük Kürdistan hayaline son vermek olmalıdır.