Kaldığımız yerden devam edersek…

Peki, Çin endüstrisinin böylesi bir hızla güçlenmesini sağlayan unsurlar nelerdir? Çin, 1960 yılına kadar, Sovyetler Birliği'nden önemli miktarda yardım almıştır. İki büyük kalkınma istikrazı yapılmış; Sovyetler Birliği birçok büyük modern projenin yapımına desteği üstlenmiştir. 1957 sonunda bu projelerden 68'i,1960 sonunda ise 154'ü bitirilmiştir. Çinlilerin yatırım gayretlerinin ancak az bir bölümünü temsil ettiğinden, önemli olan Sovyet yardımının gerçek tutarı değildir. Yardımın gerçek önemi büyük kısmının Çin'in o zamana dek hiç bir deneyiminin bulunmadığı modern yöntemler hakkında teknik yardım şeklinde gelmesidir. İşte bu yüzden yardımın 1960 Temmuzunda Çin-Sovyet anlaşmazlığı sonucu durması ve Sovyet teknisyenlerinin krokilerini de alarak gitmeleri, Çin ekonomisi için ciddî bir darbe olmuştur. Söz konusu tarihten bu yana, Çin kimseden yardım almamış; aksine, bazı ülkelere yardım etmiştir.

Bununla beraber Çinliler, yardımın kesilmesi şeklindeki kötülüğün kendi kendine dayanmaya zorlaması yüzünden, sonunda iyiliğe dönüştüğünde karar verdiler. Ayrıca, yalnız kendi kaynaklarıyla bırakıldıklarında, mahallî koşullara yakın olmayan yabancı uzmanların salık verdiğinden daha iyi çözüm yollarının bulunabileceğini anladılar. Mao’nun son yıllarında dünya üretimindeki payı yüzde 5’lere kadar düşen Çin’in toparlanması adına Xiaoping, öncelikle klasik kumanda ekonomisi uygulamaları olan fiyat kontrolü, tarım komünleri, materyal denge planlaması, sınırlı dış ticaret gibi ilkeleri kabul etmedi ve piyasa ekonomisi için gerekli düzenlemeleri yaptı. Bu dönemde büyük bir yüzölçümüne sahip olan Çin’de farklı bölgelerde farklı ekonomik modeller denendi ve yabancı sermaye girişleri ve dış ticaret değer kazandı.

Piyasa ekonomisine geçilmesiyle birlikte sistemde çok elzem olacak güçlü bir bankacılık sisteminin “devlet kontrolünde de olsa” temelleri atıldı. Böylelikle 1976’dan 1995’e varıldığında Çin’in dünya üretimindeki payı yüzde 11’e ulaştı. Bu dönemde Maoizm’e karşı oluşan hayal kırıklığından yararlanan Deng, Mao’nun önceliklerini baş aşağı döndürdü. Mao’nun öncelikleri “Silaha siyaset komuta eder” ve “Güç namlunun ucundadır” yerine gücün ve refahın ekonomik kalkınmaya önem vererek geleceğini Çin’in komşularının tecrübelerinden çıkardığı derslerden anladı. Deng ülkesini Dört Modernleşme (tarımda, sanayide, bilim ve teknolojide ve savunmada) adı altında, savunmaya en az düzeyde öncelik vererek belirledi.

Çin’in Kalkınma Planı, DTÖ’nün Desteği ve Ekonomide Liderlik Yolu

Çin’in yeni kalkınma stratejisini aydınlatacak iki önemli makroekonomik gösterge bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yüzde 7,5’lik yıllık büyüme, diğeri ise GSMH’de birim başına enerji tüketimindeki yüzde 20’lik azalmadır. Plan, aynı zamanda yedi görevi de tanımlamaktadır. Bunlar; yeni bir sosyalist kentsel bölgenin inşa edilmesi, endüstriyel yapılarda dengelemenin teşvik edilmesi, daha iyi koordine edilmiş bölgesel kalkınmanın sağlanması, kaynakların korunmasına dayanan çevreye duyarlı toplum oluşturulması, reformlara ve açılımlara hız kazandırılması, bilim ve eğitim ile daha güçlü bir ulus oluşturulması ve toplumda uzlaşı kültürünün benimsenmesi ile medeniyetler arası diyalog ve alışverişin teşvik edilmesidir.

Sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra Çin, dünyanın en büyük ekonomisine sahip bir ülke konumuna gelmiştir. 2015 yılında 10,8 trilyon dolarlık ekonomik faaliyet ve yıllık % 6,9’luk büyüme başarabilen ülke, satın alma gücü paritesi açısından dünyanın en büyük ekonomisi olsa da 1,3 milyarlık nüfusu ile kişi başına gayri safi yurtiçi hâsıla (GSYİH) konusunda pek çok gelişmiş ülkenin oldukça gerisinde bulunuyor. Çin 1950’lerdeki yoksulluktan ikinci en büyük ekonomiye beş senelik planlarla ulaşmıştır. Ağır sanayiye odaklanarak ülke ekonomisini adım adım büyüttü. Her bir beş yıllık plan ile Çin devleti ülkenin endüstriyel ve hizmet üretimini kademeli olarak yükseltti ve ekonomiyi liberalleştirdi.

BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan Çin, uluslararası ticari ortaklarıyla “kazan-kazan” mantığıyla hareket etmektedir. Buna karşın bazı ülkeler ile ticari çekişmeler yaşamakta ancak partnerlerinin şüphelerini de giderme noktasında hızlı davranmaktadır. Çin, büyümekte olan ülkelerin borçlarının silinmesi, gümrük vergisi indirimi ve muafiyeti, hibe ve personel eğitimi şeklinde toplam 10 milyar dolar yardım dahi vaat etmiştir.

Eldeki veriler aslında Çin'in değişik güç tanımlamaları üzerinden gelmiş olduğu noktayı net bir şekilde ortaya koyuyor. Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) hesaplamalarına göre Çin, 2016 yılı itibariyle 11,4 trilyon dolarlık GSYİH hacmi ile ABD'den sonra dünyanın en büyük ikinci ekonomisi durumundadır. Aynı yıl Çin ekonomisi % 6,7lik bir büyüme gösterirken, küresel krizin etkilerini yaşamaya devam eden ABD ekonomisi ancak % 1,7, Euro bölgesi ile % 1,6'lık büyüyebildi. Alım gücü paritesi kullanılarak yapılan hesaplamalarda ise Çin'in toplam ekonomik büyüklük anlamında ABD'yi hâlihazırda geride bırakarak dünyada ilk sıraya yükselmiş olduğunu gösteriyor.

Kur avantajını rekabette kullanmak isteyen Çin, 2015 yılı 11 Ağustos günü yuan’ın günlük referans kurunu peş peşe üç gün devalüe etti ve bu devalüasyon ile birlikte ülke ihracat avantajı yakaladı. Fakat, rekabet üstünlüğü elde etme yönündeki çabalar "kur savaşlarını" da tekrar tetiklemiştir. Analistler, Çin'in yuan’ın değerini düşürmesinin hız kesen ekonomiye karşı bir önlem amacı taşıdığını belirtirken, büyümenin desteklenmesi için ihracattan daha çok pay alma hamlelerinin ise bölgedeki rekabeti artıracağını söylediler.

Bunlardan başka, kalkınma aşamasında, Çin, ideoloji ve köken farkı olmaksızın işe yarayan ne olursa olsun ithal etmeye başladı. Öncelikle Güney Kore örnek alındı ve askeri harcamalar GSYH‟nin yüzde 16‟sından yüzde 3’üne düşürüldü. Dış ticaret ve yatırımlar ülkeyi Japonya’dan daha ileri düzeyde açtı. Merkez Bankası'nı, ABD Merkez Bankası’nın modeline göre tekrar uyarlandı. New York, Londra ve Hong Kong’dan menkul kıymetler piyasaları düzenlemelerini kopyaladı. Tayvan’dan yabancı portföy yatırım düzenlemelerini örnek aldı. Singapur’dan döviz rezervlerini yönetecek kurumlarını uyarladı ve Fransa’nın askeri satın alma sistemini örnek aldı.

Ayrıca, Çin’in sermaye birikimini oluşturmada ilk başta izlediği politika “toplumsal eşitsizlikleri gözetmeyen büyüme” oldu. Bölüşüm ilişkileri bir müddet ihmal edildi. Çin, 1978’de 0,22 Gini katsayısı ile dünyanın en eşitlikçi devleti idi. 2013’te bu katsayı 0,42’ye yükseldi. (ABD 0,41, Türkiye 0,40). Dolayısıyla Çin’in dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmasının arka planında bir emek sömürüsü bulunmaktadır. Bol, ucuz ve pazarlık gücü olmayan işgücü; bu bedeli ödeyen kesimin başında gelmektedir. Sosyalist dönemde daha çok gözetilen bölgelerarası kalkınma problemi en azından bir süre göz ardı edildi. Yabancı sermayenin aktığı doğu ve kıyı bölgeleri hızla refahını yükseltirken batı bölgeleri bu büyümeden pay almada geri kaldı. Kentler ve kırlar arasındaki eşitsizlik daha da arttı.

Çinli yöneticilere göre bu durum zaten bekleniyordu ve ekonomik kalkınma yavaş da olsak kararlı bir şekilde devam edecek. Tabii bu yeni konumun küresel ekonomik gelişmelerle de bağlantılı. O yıllarda, azalan küresel talep nedeniyle Çin'in dış ticaretinin de düşmesi zaten bekleniyordu. Dolayısıyla Çin son yıllarda ortaya koyduğu büyük projelerle küresel ekonomiyi canlandırmayı amaçlıyor. Kurduğu uluslararası yatırım bankaları ve fonlarıyla yerel yatırım fonları sunan bankalar, yerel kalkınmaya imkân sunarken Çin’e de yeni pazar kapılarını açtı.

Bundan sonraki süreçte ülke zamanla neredeyse ABD destekli tüm kurumlara katıldı. IMF, Dünya Bankası, Asya Kalkınma Bankası. Ülkenin ekonomik kalkınmasında dikkati çeken en önemli unsurlardan birisi direkt yabancı sermaye yatırımları olduğunu söylemiştik. Bu konumu ülkenin büyüme sürecini ve teknolojik gelişmesini hızlandırıcı etkiye yol açmıştır. Nitekim 1979–1998 yılları arasında ülkeye 320 bin yabancı firma kayıt yaptırmıştır. Bugün Çin hammadde ve bazı ara mallar ithalatı bakımından dışa bağımlı bir ülke olmasına karşın, dünyada bütçe fazlası veren nadir devletlerden birisidir.

Günümüzde, ABD tarafından tam da bu rotanın ulaştığı başarılar hedeflenerek başlatılan Ticaret Savaşı, yalnızca Çin'i değil, öncelikle DTÖ olmak üzere karşılıklı ticaret serbestisini savunan bütün devletleri olumsuz anlamda etkiliyor. Çin, ABD'nin korumacı “Önce Amerika” politikasını eleştirerek onun küresel alanda etkilerine dikkat çekerken, DTÖ de, ticaret savaşlarının küresel ticaretin büyümesini % 70 azaltabileceği uyarısında bulunuyor.

Sonuç olarak, zamanında DTÖ’ye katılımı endişelerle karşılanan Çin bugün, üyeliğinin 18. yılında küresel ekonominin ve ticaret liberalizminin bir anlamda “garantörü” konumuna gelmiş bulunuyor. Batı'nın liberal piyasa ekonomileri ağır aksak yürürken, Çin ekonomisi son dönemlerde hız kesmesine rağmen güçlü büyüme sürecini devam ettiriyor. Danışmanlık firması PWC'nin sunduğu uzun vadeli tahminleri içeren bir rapora göre Çin, 2050 yılına varıldığında yaklaşık 61 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğüyle zirvede yer alacak, bu ülkeyi 42 trilyon dolarla Hindistan ve 41 trilyon dolarla ABD takip edecek. Bu tahminler de alım gücü paritesi üzerinden yapılan hesaplamaları baz alıyor; ancak bu da bir gerçektir ki nasıl hesaplanırsa hesaplansın Çin küresel ekonominin en büyük güçlerinden birisi ve rakiplerinden daha hızlı büyümeye de devam ediyor.