1980’lerde başlayan küreselleşme olgusu finansal anlamda sermayenin gerek borçlanma gerekse de özelleştirmeler ile tüm ülkelere yönelik kontrolsüzce serbest dolaşımını sağlamıştır.
Çoğunun iç tasarruflarının yetersiz ve ekonomik deregülasyonun olumsuz etkilerini bertaraf edecek mali ve finansal kuralları olmaması bu ülkeleri çok uluslu şirketlerin emellerine karşı savunmasız bırakmıştır. Mikro ve makro olarak kalıcı istikrara ve ciddi düzenleyici üst kurullara sahip olmayan bu ülkeler, yabancı sermayeyi ülkelerine çekebilmek için rekabet içerisine girmişler ve zamanla yabancı finansal sermayeye bağımlı hale gelmişlerdir. Gelişmekte olan ülkelere yönelik spekülatif amaçlarla giren kısa vadeli sermaye hareketlerindeki artışlarda, ülkelerin finansal kırılganlıklarını artırmış ve krizlere neden olmuştur. Ancak iki binli yıllarda küreselleşme ve finansal kriz tartışmalarına ağırlık verilmiş ve kapitalizmin getirdiği sorunlara çözümler bulunmaya çalışılmıştır.
Bu arada yatırımlarını finanse etmede ağır borçlanmaya bağımlı olan modern kapitalist ekonomilerin doğaları gereği kırılgan olduklarını da söylemeliyiz. Yani ani şoklar karşısında ekonomik sistemin olumsuz şekilde etkilenmesini kırılganlık olarak belirtebiliriz. En çok da deflasyon ve aşırı borçlanmalar ekonomik krizlere neden olmaktadır. Türkiye içinde 1995, 1997 ve 2001 krizleri bu dediklerimi doğrulamaktadır.
Bu hususta asıl önemli olan ise finansal krizlerin ekonomik büyümeyi nasıl etkilediğini irdelemektir. Çünkü, finansal krizler, genellikle kredi piyasalarındaki çöküş, banka iflasları, varlık fiyatlarındaki düşüşler ve likidite sorunları gibi faktörlerle ilişkilidir. 2001 ekonomik krizi bu tür finansal krize bir örnektir.
2001 krizi, yüksek enflasyon ve cari açık, düşük ekonomik büyüme ve finansal istikrarsızlık gibi sorunlara neden olmuştur. Finansal krizler ayrıca talep daralması ve finansal belirsizlik nedeniyle ortaya çıkan bir durgunluk dönemini de tetikler. Ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz etkiler ise yatırımın azalması ve işsizliğin artması şeklinde kendini gösterir. Bu arada, finansal krizlerin etkilerini azaltmak için çoğu ülkede Post-Keynezyen politikalar ile devlet müdahalesi ve dar gelirli kesimlere yönelik sosyal politikalar uygulanmıştır.
Finansal krizlerin uzun vadeli etkileri de gelir dağılımı eşitsizliği ve ekonomik dengesizliklerin süregelen sorunlarını içerir. Kriz dönemlerinde gelişmekte olan ülkelerin borsalarında yaşanan hızlı kayıplar ve yeterli rezerv olmaması ile sabit kur sisteminden kaynaklanan para birimlerinin dolar karşısında değer kaybetmesi, bu ülkelerin finansal kırılganlıklarını daha da artırmıştır. Bu durumda gelişmekte olan ülke piyasalarında bir panik havası yaratmış ve bu ülkelerden sermaye çıkışlarına sebep olmuştur. Önlem olarak da serbest kura geçiş veya swap anlaşmaları ya da rezervleri eritip piyasaya döviz vererek yapılan müdahalelerle yerli paraların dolar karşısında aşırı değer kaybetmesinin önüne geçilmiş ve bazı piyasalarda güven sağlanabilmiştir.
Bunlardan başka, doğrudan yabancı yatırımlara (DDY) yönelik çeşitli teoriler bulunmaktadır. Standart ürün aşamasında üretimin düşük maliyetli az gelişmiş ülkelere kayması, rakiplerin davranışlarının takip edilmesi, firmaların kendilerine özgü birtakım avantajlara sahip olması sonucu yabancı ülkelerde yatırım kararı almaları, ev sahibi ülkede yaşanan piyasa aksaklıklarının başka ülkelere yatırımları kaydırarak bertaraf edilmesi vb. sayılabilir. Bunlara mülkiyet, yatırım yeri ve içselleştirme avantajlarını da ekleyebiliriz. Bir de tahvil, bono ve senet alımı gibi portföy yatırımları bulunmaktadır ama bunlar spekülatif amaçlı ülkeler arası reel faizler arasındaki farklardan oluşan veya borsa çıkış trendlerine göre yapılan geçici döviz giriş&çıkışlarını oluşturan yatırımlardır.
Kısaca, uluslararası sermaye hareketlerinin bir ülkeye girişini cazip hale getiren birçok faktör bulunmaktadır. Bu faktörler, yatırım yapacak şirketin özellikleri, amaçları ve yatırımın niteliğine göre yapısal, kurumsal, finansal, sosyo-kültürel ve coğrafi konumdan kaynaklanan etkenlerden oluşmaktadır. Ayrıca bir ülkenin yatırım ortamını etkileyen ekonomik, ticari, finansal ve politik riskleri içeren ülke riskleri de yabancı yatırımcıların yatırım kararlarını verirken dikkate aldıkları en önemli faktörlerdir. Bu arada, hükümet istikrarı, demokrasinin işleyişi, bürokrasi kalitesi, yatırım ortamı; iç karışıklıklar, dış karışıklıklar ve yolsuzluklar gibi faktörler de ülke riskini etkileyen politik faktörler arasında değerlendirilmektedir. Diğer taraftan kişi başına düşen Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYH), reel GSYH büyümesi, enflasyon oranı, bütçe dengesi, cari işlemler dengesi, dış borcun GSYH içindeki payı ve döviz kuru istikrarı gibi göstergeler ise ekonomik ve finansal riskler alt kategorisinde yer almaktadır.
Sonuç olarak, reel efektif döviz kuru ve M2 para arzının uluslararası rezervlere oranı ile doğrudan yabancı yatırımlar arasında anlamlı ve ters yönlü bir ilişki vardır. Reel efektif döviz kuru ve yurt içi kredi büyümesi ile portföy yatırımları arasında ise anlamlı ve pozitif bir ilişki bulunmaktadır.
Ülkemizin faizleri yükselterek parasal sıkılaşma ile hedeflediği, düşük cari açık, düşük dış ticaret açığı, düşük enflasyon, kredi genişlemelerinin azalması, lüks mallara olan talebin daraltılması, döviz üzerinden kredilendirmelerin artması, TL mevduatlarının artması gibi makroekonomik ve politik anlamda yabancı yatırımcıları cezbedecek bir ortam yaratılması son derece isabetli adımlardır. Zaten ülke risk primi de düşmektedir.
Sorun son seçimlerden önce, ısrarla enflasyon yüksek iken faizlerin düşürülmesi ve kur artışlarından oluşan yüksek maliyet enflasyonu yaratarak ülkenin 3 yılının heba edilmesidir.
Sorun Recep beyin ekonomik gerçeklerle inatlaşmasının faturasını ülkece ödememizdir.
Yeni dönemde de düşük ücret artışları, yüksek işsizlik ve düşük ekonomik büyüme bizleri beklemektedir. İnat ile ekonominin yönetilmeyeceğini hep birlikte gördük. Sıkıntılarını da çekmeye devam ediyoruz. Evet Mayıs ayından sonra enflasyon düşecek ama tek haneli olmasını maalesef 3 yıl daha bekleyeceğiz. İstikrar ile DYY’ ların da gelmesini hedefleyeceğiz. Tabii yukarıda yazdığım politik faktörler ile ekonomik ve finansal riskleri de ayrı ayrı ele almadan ekonomik istikrar programlarının başarılı olamayacağını da unutmamalıyız.