Aslında küresel toplum, bütün dünyanın veya belli başlı bölgelerin tek bir bütünü oluşturması anlamına gelir. Veya çok uluslu güçlerin her yere hakim olması, kültürel emperyalizm (orta sınıflarda ve tüketimin belli bileşenlerinde batı tipi yaşamdan kaynaklanan yeni sürecin yarattığı düşünce biçimlerinin homojenleşmesinin giderek daha belirgin hale gelmesi) ve sorunsuz kar transferi.
1983 yılında, Theodore LEVITT küreselleşmeyi, pazarların bütün dünyada birbirlerine yönelmesi olarak açıkladı. 1990’lı yıllarda bu terimin kapsamı, Kenichi OHMAE tarafından değer zincirinin tümünü kapsayacak biçimde geliştirildi. (AR -GE, mühendislik, pazarlama, hizmet ve finans).
Bu tanıma göre, bir firma başlangıçta ulusal bazda ihracat yapar, sonra dışarıda satış servisleri oluşturur, daha sonra ihracat yaptığı ülkelerde üretime geçer ve en sonunda da değer zincirinin tamamının yönetimini o ülkedeki şubesine devreder. Bu sürecin yöneldiği son aşama ise küresel entegrasyondur. Yani aynı gruba ait firmaların, AR-GE faaliyetlerini kendileri yönetip, yatırımlarını finanse etmeleri ve kendi personellerini dünya çapında istihdam etmeleri.
Kısaca, bugünkü küreselleşmiş ekonomi, ulusal ekonomileri önce ayrıştırır, sonra da uluslararası düzeyde çalışan bir sistemin içinde yeniden biçimlendirir. Dahası, çok uluslu şirketlerin en yenilikçileri dünya çapında stratejik işbirliğini ve ortaklık ilişkilerini hızla arttırmaktadırlar. Elektronik, haberleşme, hava ulaşımı ve uzay sanayinde, hatta silah ve otomobil üretiminde bu tip ortaklıklar yaygınlaşmaktadır. Bir nevi fiyatlandırmanın adil olmadığı homejenleşmiş ticari kapitalizm.
Bugün dünya ekonomisi eski politikaların artık önemsenmediği yeni bir döneme girmiş gözüküyor. Örneğin, monetarizmin serbest piyasa ekonomisinde en çok moda olduğu ülkelerden, ABD ve İngiltere'de yeni arayışlar ve yönelimler var. Devlet özel sektör işbirliği', ekonomik strateji, yatırımların ve üretimin tercihli teşvikleri ve desteklenmesi, düşük faiz politikası, işsizlikle mücadele, büyümeye yönelme, yeni vergiler vb. son yıllarda hükümet politikaları içinde en çok tekrarlanan ifadeler.
Monetaralistler gibi Keynesyencilerinde yani egemen devletin hala ekonomik hayata hakim olup, yatırımlar, devlet harcamaları ve parasal genişleme ile başta işsizlik ve büyümeyi çözme gibi yaklaşımları da sorgulanmaktadır. Keynes’in teorisi; kendi iç dinamiklerini bir ölçüde denetim altında tutan ve uluslararası ekonomide bu politikaların etkisini hesaplayabilen egemen ulus devlet birimi olduğu sürece geçerliydi. Bu birim ise artık yok.
Günümüzde üretimi belirleyen ana faktör; daha çok yönetişim ve tek bir dünya piyasasında iş yapan ulus ötesi bir firmanın satış payını maksimize etme amacıdır. Hatta, dünya pazarında “satış” uzun vadeli yatırımın kazanç olarak geri dönmesi demektir. Önemli olan yatırımın yaşam süresi içinde sağladığı toplam kazançtır ve bu kazancın zaman içinde gerçekleşmesi pazar payının tekele alınmasına bağlıdır.
Peki bu nasıl olabilir: durgunluk ve bolluk döngülerini, işsizlik, tasarruf ve harcama oranlarında oluşan ekonomik düzen ile açıklayarak değil, korumacılıktan kaçınarak ya da kadınları eğitmek ve üretime sokma, hizmet ihracı ve ülke çapında bilgi toplumu oluşturarak. Dahası, şunu anlamalıyız, ekonomi kuramı kısa vadeli olguları ele alır (durgunlukları, fiyatlardaki değişimleri v.b). Çağdaş ekonomi bilimi ve politikası ise, sistemi, yani uzun vadeli olguyu, (yani faiz oranlarındaki değişikliklerin, devlet harcamalarının, vergi oranlarının v.b.) oluştuğunu varsayar.
Mesela, iktisatçı G.J. Stigler (1982’de Nobel Ekonomi Ödülünü kazanmıştır) yıllarca süren dikkatli araştırmalarıyla, ABD yönetiminin yıllar boyu ekonomiyi denetlemek, yönlendirmek ya da düzenlemek için denediği kuralların hiç birisinin işe yaramadığını göstermiştir. O halde gerçek bir ekonomi kuramı olabilmesi için, birey ve firmaların mikro ekonomisinde, ulusal devletin makro ekonomisinde, uluslar aşırı işletmeler ekonomisinde ve dünya ekonomisi gibi dört ana unsur için ekonomik davranışları önceden tahmin ve kontrol edebilen ve birleştirici nitelikte tek bir ilke gerekmektedir.
Bu tür birleştirici bir ilke olmazsa, ekonomi bilimi bize ancak spesifik olayların kuramsal temellerini ve spesifik sorunların çözümlerini verebilir. Mesela, ekonomi kuramı, ekonomi politikasının bir ülkenin ya da bir sanayinin verimliliği ve rekabet gücü üzerinde yarattığı etkileri, giderek daha çok ciddiye almak zorunda kalmıştır. Japonya’da, Güney Kore’de ve ayrıca Batı Almanya’da ülkenin rekabet gücüne destek vermek üzere tüketiciyi üretici karşısında ikinci plana iten politikaların başarısı çok büyük olmuştur. Yani kısa vadeli hesaplarla tüketici üzerinde yoğunlaşan dikkatin verimlilik ve rekabet gücüne ilişkin uzun vadeli kaygılarla dengelenmesi, giderek daha gerekli hale gelmiştir.
Bunlardan başka, dünyada ilk kez hammadde ekonomisi, sanayi ekonomisinden kopmuş bulunuyor. Yaklaşık 10 yıldır hammadde ekonomisi derin bir bunalım içinde, ama sanayi ekonomileri sürekli gelişiyor. Bu kopmanın önemli birkaç nedeni vardır; kalkınmakta olan ülkelerde tarımsal üretimin aşırı bir büyüme göstermesi, dünya çapında bir tarım ürünleri fazlasına yol açtı. Bu doygunluk gelişmiş ülkelerde tarım gelirinin, üçte iki oranında düşmesine neden olurken, ekonominin genel alım gücü üzerinde fazla bir etki yapmadı. Çünkü gelişmiş ülkelerde tarım nüfusu artık önemsiz sayılacak kadar küçüktür. Aynı derecede önemli bir başka faktör, mamül maddelerin eskiye oranla çok daha az hammadde içermesidir. Örneğin, 1920’lerde hammadde ve enerji o dönemin anahtar ürünü olan otomobilin % 60’ını oluşturuyordu.
Günümüz anahtar ürünü olan mikroçip ise, % 2’den daha az hammadde ve enerji içeriyor. Mesela Japonya son 10 yılda, sanayi üretimini iki buçuk kat arttırdı, ama hammadde ve enerji tüketiminde hemen hemen hiçbir artış olmadı. Eskiden yatırım ticareti izlerdi, şimdi yatırımcılar ülkelerinde üretip ihraç etmek yerine, üretim tesislerini dünya pazarının istedikleri yerine kuruyorlar, orada kendi ülkelerindeymiş gibi rahatça üretim yapıp, sonra bu malları ülkelerine ithal ediyorlar.
Bugün bir Amerikan vatandaşı General Motors’dan bir araba satın aldığı zaman, farkına varmadan uluslararası bir muameleye girmektedir. GM’ye ödenen 20.000 dolardan yaklaşık 6.000 doları rutin emek ve montaj işlemleri için Güney Kore’ye, 3.500 doları gelişmiş komponentlar (motor, dingil, elektronik parçalar) için Japonya’ya, 1.500 doları stil ve tasarım mühendisliği için Almanya’ya, 800 doları küçük parçalar için Tayvan, Singapur ve Japonya’ya, 500 doları reklam ve pazarlama hizmetleri için İngiltere’ye ve yaklaşık 100 doları veri işleme için İrlanda ve Barbados’a gitmektedir. Geriye kalan 8.000 dolardan az kısmı ise Detroit’deki stratejistlere, New York’taki avukat ve bankacılara, Washington’daki lobicilere, tüm ülke sathındaki sigorta ve sağlık çalışanlarına ve GM hissedarlarına kalmaktadır: birçoğu Birleşik Devletler’de yaşayan, ancak giderek artmakta olan bir bölümü yabancı uyruklu olan hissedarlar.
Bunlarla beraber, görünürde, ABD geniş ve çözümsüz görünen bir dış ticaret açığına sahiptir. Oysa gerçekte, ABD dış ticareti az çok dengededir ve belki de bir miktar fazlası vardır. Basının, işadamlarının ve iktisatçıların, hükümet yetkililerinin ve politikacıların her gün yakınıp durduğu dış ticaret açığı, aslında mal ticaretindeki bir açıktır. (Bunun da nedeni, öncelikle petrol tüketiminde aşırı savurganlık ve dünya tarım ürünleri fiyatlarının sürekli gerilemesidir.) Ama hizmet ticaretinde ABD büyük bir fazlaya sahiptir. Bu fazla, finansal hizmetlerden ve perakendecilikten, yüksek öğretimden ve Hollywood’dan, turizmden, hastane firmalarından, kitap, yazılım ve videoların yayın haklarından, danışmanlık firmalarından, teknoloji ödemelerinden ve daha bir dizi başka iş ve meslekten kaynaklanmaktadır.
Son olarak, yakın bir zamanda “ulusal” şirketler, hatta “ulusal” mallar olmayacaktır. Geleceğin ekonomileri yüksek hacim ekonomileri değil, yüksek değer ekonomileri olacaktır. Mesela, her ulus ötesi firmanın faaliyetinin önemli bir bölümü, özü itibariyle istikrarsız olan döviz piyasasının risklerine karşı önlem almasına ayrılıyor.
Günümüzde dünya para akışları ise büyük ölçüde istikrar bozucu bir rol oynamaktadır. Ülkeleri “iflas” programları uygulamaya, örneğin faz oranlarının felce uğratacak şekilde astronomik düzeylere çıkartmaya ya da döviz kurunu bir gecede ticaret paritesinin altında kalacak şekilde devalüe etmeye, dolayısıyla enflasyonist baskılar yaratmaya zorlamaktadır.
Günümüzün para akışlarının itici gücü genelde daha çok getiri elde etme beklentisi değil, ivedi spekülatif karlar sağlama beklentisi olmuştur. Söz konusu olan artık patolojik bir olgudur ve bu nedenle de ne sabit döviz kuru uygulamaları ne de esnek döviz kuru uygulamaları, gerçekte bir işe yaramaktadır. Para akışları yalnızca bir gösterge olduğu için, hükümetlerin bunları sınırlamaya çalışması da boş bir çaba olmaktan öteye geçememektedir. Örneğin karları vergilendirilmek istendiğinde sıcak para hemen başka bir yere yönelmektedir. Yapılabilecek tek şey ise etkili bir ticaret politikasının özelliklerini iyi öğrenmek, offshoring ve outsourcinge önem verip, ekonomiye para akışlarının etkisine karşı koyabilecek bir direnç yerleştirmektir.