Marksist Kalkınma İdeolojisi Marks’a göre toplumsal gelişme, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasında tez, antitez ve sentez olarak açıklanan gerçeğin yapısı veya kendisi diye tanımlanan diyalektik (çelişkili) ve antagonist (kavgacı) ilişkilere dayanmaktadır.

Marx’ a göre, klasik ekonomistler, üretim ilişkilerinden çok değişim ilişkilerini incelemişlerdir. Klasik akım, üretimi artırmanın yolları, bireysel ve toplumsal çıkar gibi konulara yoğunlaşırken, istedikleri amaçlara ulaşmak için kullandıkları insan faktörünü daha genel anlamıyla ekonomik kalkınma kavramı içine giren sosyal faktörleri (barınma, sağlık, çocuk işgücü, gelir dağılımı gibi) göz önünde bulundurmamışlardır. Marksist akım ise, bu eksiklikten yola çıkarak, asıl kalkınma modelinin sosyal faktörleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini öne sürmüş, zenginlik artırılırken sosyal faktörlerinde göz önüne alınması gerektiğini öngörmüştür.

Marx kapitalizmin dinamik bir yapısı olduğunu ve işleyişinde kapitalist sistemin kendi yapısı içerisinde kapitalistlerin rekabeti, teknik ilerleme ve sermaye birikiminin etkili olduğunu belirtmektedir. Fakat sürekli yeni tekniklerin uygulanması ve yeni sermaye yatırımları uzun dönemde kârların düşmesine neden olacaktır. Kâr oranlarını sürekli artırmaya yönelik çabalar ise sermayenin kapitalistin elinde merkezileşmesine ve işsizliğe, işçilerin sömürülerek sefalete ve açlığa sürüklenmelerine neden olmaktadır.

Marksist ekonomik kalkınma modeline göre, sürekli sermaye birikimi ancak işgücü tarafından sağlanabilir. Bu noktada, işgücü tarafından yaratılan artık değerin sermayeye dönüşmesi gerekmektedir. Sermaye birikimi için dönüştürülen bu artık değer, işgücü talebinin daha da artmasına ve ücretlerin yükselmesine neden olmaktadır. Fakat bu artış bir süre sonra üretim tekniklerindeki ilerleme nedeniyle ortadan kalkmakta, yerini işgücü talebinde azalmaya bırakmaktadır. İşgücü talebindeki azalma ise, artık bir işgücü yani yedek bir sanayi ordusu yaratmaktadır.

Bunlarla birlikte, Marks, idealist olarak gördüğü endüstriyel gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkelere gelecekleri için bir örnek oluşturduğunu kabul etmemekte ve her ülkenin farklı olduğunu söylemektedir. Ülkelerin farklı dönemlerde değişik yollardan ve farklı tarihsel süreçlerden geçtiğini savunmaktadır. Emperyalizm ve bağımlılık teorileri ile de Marks, azgelişmişliği, bağımlılık ve eşit olmayan değişim (ticaret) ile açıklamıştır. Diğer yandan, Marksist ekonomi-politiğin son derece kapsamlı amacının unutularak, tarihsel bakımdan geçici bir dönemin içsel mekanizmalarının açıklanmasının odak noktası yapılması ölümcül bir hatadır.

Bu kapsamda, Marksist ekonomi-politiğin en önemli başarılarından biri kapitalist üretim biçimine özgü sermayeden yana özel yasaların eleştirisinden yola çıkarak sosyalist üretim biçimlerinde gözlenebilen daha genel ve daha soyut yasalara ulaşma çabasıdır. Örneğin meta ekonomilerine özgü yasalarda hem çözümlenen üretim ilişkisinin olumlu tanımını hem de daha önceki üretim biçimlerinin bu gelişmişlik altında kendisini gizleyen olumsuz tanımlarını buluruz. Kapitalizmin tanımını yapmaksızın feodalizmi çözümlemenin olanaksız olması pratiğinde olduğu gibi.

Marksist Kalkınma anlayışına gore, beşeri ve ekonomik ilerlemenin toplumsal yarar doğrultusunda karara bağlanması ve kalkınma maliyetinin ülkede hakça dağıtılması piyasanın dışlandığı merkezi planlama ile yürütülen sosyalist ya da komünist sistemi gerektirir. Kalkınma çabası içinde bir ekonominin temel sorunu açık veya örtülü kaynak israfına meydan vermeden, kaynakların toplumsal yarar doğrultusunda ve kaynak (sermaye) üretici doğrultusunda etken kullanılmasının sağlanmasıdır. Kaynak israfının önlenmesi ise kaynakların inşaat gibi sermaye öldürücü alanlara değil, sanayi gibi kaynak yaratan alanlara tahsisini gerektirir. Diğer yandan da, tüketici değil, üretici davranış kalıplarının benimsenmesi ve uzun dönemli fayda/maliyet hesaplarının piyasa mantığı dışında yapılması gerekir. Böyle bir süreçte piyasa koşulları altında değil, ancak merkezi kamusal planlama ile gerçekleştirilebilir.

Bu nedenle, Marksist sistemde ekonominin işleyişinde önemli olan büyük sanayi kuruluşları kamu kesimi mülkiyeti ve yönetimindedir. Bu düzenleme gerek fiyatların istikrarlı seyri, gerek emek hakları açısından ekonominin işleyişinde çok önemli düzenleyici işlevler görür. Sosyalist sistemde bankacılık ve sigortacılık işlemleri ile uğraşan ve ekonominin kredi vb. gereksinimlerini karşılayarak kaynak dağılımında önemli rol oynayan kuruluşlar da kamu kesiminde konuşlandırılarak ekonominin sosyal yarar doğrultusunda işleyişi sağlanır. Eğitim ve beşeri kaynak üretimi ve üretilen beyin gücünün ülke içinde tutulması da Marksist ekonomiler açısından birinci derecede önemi haizdir.

Bunlardan başka, Marksist kalkınma sisteminde kurallar ve değer yargıları ile ilgili kararların piyasa sürecine bırakılmayıp, emeği temsil eden parti ya da merkezi teşkilatta toplanması kaynak tahsisinde etkenlik, üretimde ise etkinlik sağlar. İşleyişin pratiklerine baktığımızda;

Üretim araçları toplumsal mülkiyete geçirilir. Doğal kaynaklar, ulusal üretime hâkim sanayi kuruluşları, banka ve finansal kuruluşlar parti ya da merkezi gücün mülkiyet ve yönetimine geçer. İç ve dış ticaret, merkezi yönetimin denetimi altında yapılır. Ekonominin tüm yaşamsal üretim ve ticaret kanallarının mülkiyeti ve yönetimi merkezi partiye ya da merkezi yönetime geçer. Böylece ekonomi içinde ve dış ekonomilerle ilişkide istikrar sağlanır.

Ekonominin yönetiminden sorumlu Merkezi Planlama Örgütü bünyesinde yapılan plan ve programlarda ana hedefler belirlenir ve detay işleyişler genel hedefleri sağlayacak şekilde yürütülür. Böylece uzun dönemli kalkınmada denge oluşturulur.

Ekonomide gelir dağılımı, üretimden hakça pay alınacak şekilde merkezi yönetim tarafından planlanır ve uygulanır. Kapitalist sistemde geçerli olan kâr, faiz ya da rant gibi gelir türleri sosyalist sistemde ortadan kaldırılmıştır. “Herkesten gücüne göre, herkese ihtiyacı kadar” ifadesindeki komünist ilke korunmaya çalışılmakla beraber, Sovyetlerde de görüldüğü üzere, teşvik politikaları çerçevesinde, çalışanların geliri, emeğin nicel ve nitel özelliğine göre saptanır. Böylece gelir dağılımında adalet sağlanarak, kaynak dağılımında da denge oluşturulur.

Bu çerçevede, sosyalizm ve kalkınma konusunu ütopik olarak ele almanın yerine gerçekçi yaklaşımla odağa koyduğumuzda etkinlik, etkenlik, adalet ve yönetim dörtgeni içinde farklı alanları görebiliriz. Buradaki ilk engel veya zorluk, kapitalizmden sosyalizme geçişte, emekçilerin bilinç düzeyi ile yeni iktidarın mantığı arasında ters ilişki olmasıdır. Bu durumu Lenin şu ifade ile ortaya koymuştur:

Rusya’da hâlihazır durumun özgül niteliği, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliği nedeniyle, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasında, iktidarı, proletaryaya ve köylülüğün yoksul tabakasına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.”

Ikinci önemli sorun yatırımın süresi ve ortaya çıkabilecek belirsizliklerdir. Yatırım süresi ile belirsizlik oluşma olasılığı doğrusal ilişki içinde bulunduğundan sorunun dikkatlice ve toplumsal maliyetinin yüksek olmayacak şekilde ele alınması gerekir. Üçüncü sorun, fiyat ya da fiyat benzeri göstergelerin güvenilirliği ve bunların doğru algılanması meselesidir. Sosyalist sistemler fiyat mekanizmasını kullanmadığından piyasada arz talep dengesizliği kuyruklardan ya da bir malın fiyatının yükselmesinden anlaşılır.

Marksist kalkınma da başarı ölçütlerinden birisi de yatırımın “etkenlik normu, yani sosyal amaca uygunluğu, ikincisi ise “yatırımın geri dönme süresi”dir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde yatırım miktarının belirlenmesinde Stalin döneminde “azami yatırım” ölçüsü kullanılıyordu, yani bireylerin temel zaruri ihtiyaçları ve ülkenin savunma ihtiyacı karşılandıktan sonra geri kalan kaynakların yatırıma yönlendirilmesi yoluna gidiliyordu. Ayrıca teknolojiyi geliştirme amacına yönelik olarak, teknoloji yoğun üretim yapabilecek makine veya teçhizat üretimi bu amaca yönelik oluşturulmuş özel fonlarla destekleniyordu

Kalkınmaya kaynak yaratan en önemli gelirlerden olan vergilere baktığımızda ise Sosyalist ya da Komünist sistemlerde faktör gelirleri merkezi kararla belirlendiği için vergilerin bu sistemdeki yeri ve rolünün kapitalist sistemdekinden çok farklı olduğunu görürüz. Sosyalist sistemde farklı vergiler tüketim kalıplarının denetimi, işletmelerin kullandığı sermayenin verimliliğinin ölçümü ve çok değişik yeti ve bilgiye dayanan kıt emek sahiplerinin görece yüksek ücretlerinin dengelenmesinin sağlanması gibi daha çok sosyal amaç doğrultusunda kullanılmaktadır.

Bazı eksikliklerin giderilmesi amacıyla yakın geçmişe baktığımızda, örneğin, 1960–1970 döneminde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya ve Bulgaristan’da ürün fiyatları, ücretlerin saptanması, tarım alanında özel mülkiyete dayalı üretime yönelme, planlamada ademi merkezi sisteme geçiş, bankacılık ve kredi alanında bazı reformlar vb. gibi değişikliler yapıldığını saptarız. Bu değişikliklerin amacı, planlamada daha liberal uygulamaya geçiş, üretici firmalara daha geniş yetki tanınması, firma performansının ölçütü olarak kâr sistemine yer verilmesi, emeğin verimliliğinin yükseltilmesi amacıyla sosyalizmde uygulanan moral teşvikin maddi teşvikle güçlendirilmesi, ürün fiyatlarının maliyet fiyatına yaklaştırılarak kamu desteğinin azaltılması gibi gerekçelere dayandırılmıştır.

Son olarak, Marksist kalkınma ideolojisi, sınıflı toplumun yol açtığı kavganın ortadan kaldırılması ile sosyo-ekonomik gelişmenin en üst düzeye ulaşacağını savunmaktadır. Kalkınma bir yönü ile ekonomik aşama olarak görülebilirse de, sürecin ekonomik ve siyasal bağımsızlık ortamında içsel nitelik kazanması ve insan haklarına saygılı sürdürülebilmesi ancak sosyalist sistemde olası görülebilir.