Türkiye de birileri, siyasal islamın beslendiği kaynaklardan biri olarak kafalarına göre uydurdukları bir batı modernliğinden, felsefesinden, yaşam biçiminden bahsediyorlar ve ardından da o batı ile kendilerini (müslüman ülkeler veya Osmanlı) ile kıyaslamaya kalkıp üzerine birde kendilerini aşağılanmış olarak göstermeye çalışıyorlar. Birde bunlardan batıyı suçlayarak şikayet ediyorlar. Şunu deseler sorun ortadan kalkacak. “Tek bir dünya medeniyeti vardır: Batı veya Avrupa da 9,10,11, 12 yy. da Türk&islam Medeniyeti, öncesinde, Çin, Anadolu, Pers, Sümer, Aka, İon, Etrüks, Maya, İnka, Mısır yani birbirlerini etkileyen ve katalizör olarak faydalanan onlarca medeniyetten etkilenmiştir. Buna da dünya medeniyeti denir. Ne batısı, ne doğusu. İnsanlığın ortak medeniyeti var.” Ama istismar edecekler ya işlerine gelmiyor.
Mesela 711 de Tarık Bin Ziyad, Cebelitarık Boğaz’ını geçip İspanya’ya ayak bastığında Avrupa’ nın karanlık tarihi biter diye lafa başlarlar. Yani İslami vurguya önem verirler. Ama bir türlü M.Ö 3000 de (bizzat kendilerinin yok saydığı) İon ve Aka uygarlığı, Anadolu’dan Avrupa’ya geçti, M.Ö 1000’ li yıllarda Etrüksler (ön Türkler) İtalya’ya ve Fransa’nın ortasına kadar gittiler. Latin Alfabesinin aslı dahi Etrükscedir diyemezler. M.Ö 8000’ li yıllara dayanan Türk tarihini görmezler. M. Ö 1000’li yıllara kadar anca tarihi geçmişi bulunan Arapçayı baştacı ederler. Oysa bilseler, Avrupa tarihinde en fazla etkiyi demografik olarak Türkler yapmıştır. Kavimler (M.S 1 ve 3. yy) göçü, Batı Hunların akınları, Osmanlı’nın Avrupa içlerine kadar gelmesi. Bugün bile Avrupa da 5 milyondan fazla vatandaşımız var. Roma bile Avrupa dışında ki her şeyi alıp, kimliğine katmış ve Romalı saymış, hazmetmiş ve zenginliğini başka diyarların kültürlerine borçlu olduğunu kabul etmişken, bunlar Avrupalıyı batı düşmanlığı ile bir tutup kendilerine prim elde etme derdindeler. Sonra da Avrupa mı İslam uygarlığı mı diye gereksiz bir yarışa girerler. Mesela, eski Yunan dediğimiz şey bildiğimiz, Fenike, İon ve Aka uygarlığı. Kanıtları ile ortada. (Bu konuda “ Yunan değil, Anadolu Uygarlığı” diye 15 sene önce makale yazmıştım).
Neyse ben parça parça Avrupalı eğitim ile kalkınıp, güzel sanatlar, pozitif bilimler ile erken ve geç sanayi devrimine geçip, merkantalizm (Osmanlı’da ihracata yüzde 15 vergi, ithalata yüzde 10 vergi koyup, resmen soyuluyordu) ile zenginleşirken, biz neler yapıyorduk ve nasıl geri kaldık, birazda onlara değineyim.
İmparatorluğun gerileme ve çıkış dönemlerinin, 19 yy.’ın son dönemlerinde medreselerde okutulmadığını biliyor muydunuz? Ben yeni öğrendim. Yükseliş dönemine kadar okut ve sonra başa dön. Galiba sorgulanmaktan korkuldu. Peki ama neden? Çünkü, şimdiki siyasal İslamcılardaki hastalık eskiden de vardı. Yani birbirini etkileyen ve dönem dönem taklitçilik yapan (doğu veya batı değil) bir dünya medeniyetinden, Osmanlının çöküş nedenlerinden ve katıksız batıcılık ile ödün vermeyen gelenekselcilikden bahsetmekten çekindiler.
Önemli bir hususu daha belirteyim. Osmanlı’nın sorunlarını en iyi bilenler son dönem aydınları idi. Batıyı ve doğuyu çok iyi sentezlemiş bu aydınların görüşlerini fazlasıyla önemsemek gerekir. Genelde Osmanlı’nın kötü durumundan kurtulması üzerine ciddi analizler yapmışlar. Bakalım neler demişler:
Osmanlı Devletini kurtarmanın yolu olarak ilk başta din ve devlet işlerini ayırmak, Arap medresesi yerine bilimsel ve modern okullar kurmak ve düşünce hürriyetini sağlamak üzerinde durmuşlar. Peki bu neden önemli, izah edeyim….Padişah aynı zamanda halife olduğu için, hükümetin bir başı sadrazam, bir başı da seyhülislam durumunda. Yani medrese yalnız din değil, dünya işleri için de adam yetiştirmekte idi. Sivil mahkemenin karşısında şeriyye mahkemesi, yargıç yerine kadı vardı. Şeyhülislam fetva vermedikçe savaş dahi başlayamazdı. Mecliste şeriyye komisyonu vardı ve anayasa mahkemesi gibi kanunların şeriata uygun olup olmadığına bakıyordu. Hatta Mecelle böyle bir takım zorunluluklardan doğmuştur. Kısaca şeriyye ile birlikte 7. Yy Hicaz aşiretlerinden ileri gidemedik. Oysa İslam bilginleri, Kuran’ın, “muemalat” ayetlerinin (İslam´da fiili ibadet hükümleri dışında kalan ve insanların birbiriyle veya ferdin toplumla yahut da toplumların birbiriyle olan hukuki, idari, mâli, iktisadî ve beşeri münasebetlerini düzenleyen hükümleri ifade eden ayetler) , “mensuh” (hükmü kaldıran) olduğunu eskiden beri söylemişlerdir. Yani zamanla veya yeni gelen ayetlerle veya içerikle ilgili bilimsel gelişmeler çerçevesinde uygulamaların değişmesi gibi.
Düşünün Osmanlı dönemi Felsefe Müderrrisi, Türklerin dillerini bırakıp Arapçayı dil edinerek bir İslam birliği kurulması davasındadır. Niye? Türklerin 10.000 yıllık tarihini ve medeniyetini bilmiyorda ondan…Birde Osmanlı milliyetçiliği bir din milliyetçiliğine dayanmakta idi ve Türklüğü ‘de, Türkçeciliği de bir soysuzlaşma saymıştı.
Bütün dünya işleri üzerinde egemen olmak isteyen bir medrese ile nereye kadar gidebilirdik ki. Kuvay-i milliye meclisi dahi aslında ciddi siyasal İslamcı bir meclis. Örnek içki yasağı kanunu bir şeriat uygulaması olarak getirilmiştir. Dört yüze yakın yeni medrese açılmıştı. İlk mecliste Atatürk’ü öldürmek isteyen yok muydu sanıyorsunuz. Hadi onu geçtim, halife adına şeyhülislam fetvası ile 60’ a yakın isyan çıkmıştı. Hem de “Yunan Ordusu halifenin Ordusudur” diyenlere inanan cahil halkı da yanlarına alarak.
15. yy da Osmanlı medresesi müspet ilimlere kapılarını büsbütün kapatmıştı. Oysa ki akla hürriyet veren din reformunu İslam dünyası Hristiyan batı devletlerinden 7 yy önce başarmış ve büyük bir bilimsel atılım gerçekleştirmişti. Halife Memun zamanı (852) Bağdat’ta bir akademi kurulur. Musevi, Hristiyan ve Mecusiler tartışmalara katılırlar. Yüce Allah’ın kanunlarını bile tartışırlar. Akıl ile fikir yürütürlerdi.
18. yy sonlarında Nizam-ı Cedid ordusunun talimini bile “gavur işidir” diye engelleyen şeyhülislamlar vardı. Düşünün 3. selim dönemi, 120 bin askerimiz ile 8 bin iyi eğitimli Rus askerinin Tuna’yı geçmesine mani olamamıştık. Cevabını öğrendiniz mi?
31 Martta medrese hocalarının kışkırttığı askerler, İstanbul’da köşe bucak mektepli zabit aramaktaydılar. Kravat parçalamak veya kitapların resimli sayfalarını parçalayan sarıklı sofalar ile Osmanlı tabii ki batar. Lise eğitimine kilise eğitimi diyenler ve okullarda Kuran ve Tecvid okutulsun yeter, matematik, fizik, kimya ya gerek yok diyenlerde aynı kesimlerdi. Bize bağlı gayrimüslim tebaa kendi okullarında en modern eğitimi alsın, ticareti ele geçirsin biz Türkler emek isteyen işlere yoğunlaşalım. İşte Atatürk’ün büyüklüğü de burada laiklik ve Tevhid-i Tedrisat yani eğitimde birlik.
Maliyeyi Ermenilere, hariciyeyi Rumlara bırakan Osmanlıdan bir anı. Morada ayaklanma olacak, isyan olacak haberleri üzerine, bakanlık tercümanı Rum Nikolai bölgeye gönderilir. O da biran önce ayaklanın, Osmanlı uykuda ben onları oyalarım merak etmeyin der. Geri dönüp raporunda ahaliden emin olunuz, asker göndermeye gerek yoktur diye rapor yazar. Neyse isyan başlar. Donanmadan iki gemi gönderilir. Gemiler Çanakkale’ye varmadan aşırı su aldığı için karaya oturur. BU ARADA ASIL DONANMA MISIRDA. ORADAN BIR GEMI GONDERİLMEMİŞ. Çünkü kendi atadığın Mısır valisine söz geçiremiyorsun. Mora gider ve Yunanistan da kurulur. Bizim sadrazam da intikam niyetine doksan yaşındaki patriği astırır. Nikolay ise hariciye de yükselir.
Terakkiperver Fıkrası’nın kurulduğu vakit programının başına “dini hislere hürmet” yazılmıştı. Sanki edilmiyormuş gibi. Amaç Atatürk devrimlerine karşılık, yurdun dört bir yanından siyasal-islamcıları bir çatı altına toplamak idi. Çünkü Atatürk, allah adına toplumu hükmü altından tutan, medrese şeriatçılığının yarattığı yoğun despotculuk önlenmedikçe, toplumu değiştirmeye, kalkındırmaya, vicdan ve kafa hürriyeti yolundan siyasi hürriyete kavuşturmaya imkan olmadığını çok iyi biliyordu.
Kuran Türkçeye çevrildi ve bizde içinde gerçekten ne var anlayabildik. Kendi dilinden mensup olduğun dinin kitabını okuyamıyordun ve tefsirini de anlayamıyordun. Haliyle idrak da edemiyordun.
1908 ihtilali saray zulmüne, yolsuzluk haksızlık ve yönetimde basiretsizliğe karşı bir avuç sivil ve asker aydın tarafından başarılmıştır. Mesela 27 Mayıs 1960 da aynı şekilde yobazlığa, siyasal İslamcılığa, baskıya, yargının siyasallaşmasına ve kendine has kolluk kuvveti oluşturanlara karşı bir nevi hesap sormadır.
Son olarak, batıyı ve onun emperyalizmini yerden yere vuran, onun sömürgecilik tarihini ve sömürgelerden elde ettikleri ile zenginleştiğini en iyi bilen bu ülkede Atatürkçülerdir. Arap ve Fars zihniyetini Türk kültürüne uygulayıp, yıllarca bu ülkeye Arapça zulmünü yaşatan siyasal İslamcılar, eğitim de sanatta kültürde, yaşam biçiminde kadın&erkek eşitliğine dayanan yüksek Türk kültürüne laf edemedikleri için kafalarındaki bağnaz, hurafeci, bidatlarla, sahte hadis ve sünnetlerle dolu çağdışı uygulamaları ve yanlışlıkları “gerçek İslam” diye bu millete yutturma derdindeler. O yüzden de devrimlere karşılar. Gelelim çözüme; Cami hutbelerinde İslam ülkeleri neden geri kaldı diye sorgulayıp, örneklerle anlatılmalıdır. Sayısal bilimlerin, laik ve bilimsel eğitimin öneminin vurgulanması gerekmektedir. Eğitim, milli dava haline getirilip, cumhuriyet devrimlerinin önemi aktarılmalıdır.