Serinin bu son yazısına kaldığımız yerden devam edelim: 1970’li yıllardan sonra başarılı olan ülkelerin çoğu ithal ikameci politikaları izlediler. Bu politikalar yerli girişimcilerin yatırım yapabilecekleri korumacı ve dolayısıyla karlı yerel pazarlar yarattı ve büyümeyi hızlandırdı. Sadece yüksek ve aşırı ölçüde dağılmış koruma oranlarının, incelenen ülkelerin imalat sektörlerinde yarattığı ekonomik verimsizlikler sorun olmuştur. Karşılık olarak ise yerel yatırımı artırma ve verimliliği yükseltme amaçlı bir sanayileşme stratejisi olarak ithal ikameci sistem en azından 70’ lerin ortalarına dek pek çok ülkede başarılı sonuçlar vermiştir.
Bu dönemdeki ekonomik çöküşün en önemli nedeni, bu harici şokların hemen ardından makroekonomik politikalarda gerekli uyarlamaların yapılmamasıydı. Kötü makroekonomik uyarlanma, yüksek ya da bastırılmış enflasyon, döviz kıtlığı ve yüksek karaborsa primleri, dış ödeme dengesizlikleri ve borç krizleri gibi makroekonomik istikrarsızlıkla bağlantılı ve şokların gerçek maliyetlerini daha da yükselten bir dizi belirti yarattı. Hatta herhangi bir ülkenin 1982 borç krizine yenik düşüp düşmemesi de üç açıdan incelenmiştir. 1- Dış şokun boyutu, 2- Para politikaları ve mali politikalardaki uyarlanmalar ve 3- Mikro ekonomik tahriflerin boyutu. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç, borç krizi yaşayan ülkelerde krizin sürdürülebilir dış dengelerle uyumsuz para ve mali politikalarının ürünü olduğudur.
Bu kapsamda sosyal çatışmalar ve yönetimleri (ister başarılı olsun ister başarısız) dış şokların etkilerinin ekonomik performansa yansıması şeklinde temel rol oynamıştır. Yani dünya ekonomisindeki entegrasyondan en çok, ekonomik karşılıklı bağımlılığın başlatabileceği çatışmaları yönetip sınırlayan tamamlayıcı kuruluşlara sahip ülkeler kazançlı çıkmaktadır. Kısaca, sosyal çatlakların derin ve çatışma yönetimi kurumlarının yetersiz olduğu toplumlar genellikle, şoklarla başa çıkmakta yetersiz kalıyorlar. Bu çatışmalar, toplumda kaynak kullanımı verimliliğini çeşitli şekillerde azaltıyor. Yani, şokların büyüme üzerindeki etkisi arttıkça, ekonomideki gizli sosyal çatışmalar büyüyor ve çatışma yönetim kurumlarını zayıflatıyor. Hatta, toplumsal bölünmelerin görüldüğü ve çatışma yönetimi kurumlarının zayıf olduğu ülkeler 1975’den sonra GSYİH büyümesinde en yüksek düşüşleri yaşamıştır.
Örnek olarak Asya Krizini verebiliriz: İlk olarak, likit ve kısa vadeli sermayeye aşırı derecede bağımlılığın tehlikeli bir strateji olduğu sonucunun çıkmasıdır. İkinci olarak, tek başına ticaret yöneliminin ciddi likidite sorunlarından etkilenme eğilimiyle bağlantısının çok az olmasıdır. Üçüncü olarak ise ilk şokun olumsuz ekonomik sonuçlarının bastırılmasında yerel çatışma yönetimi kurumlarının kritik önem taşıdığıdır. Neticede D.Asya’daki ekonomilerin gerçekleştirmeleri istenilen reformlar için hızlı ve kararlı şekilde harekete geçebilen özerk yöneticilere ihtiyaç vardır.
Çare olarak, makroekonomik politika, ticaret politikası, deregülasyon ve özelleştirme alanlarında yapılan reformlara daha kapsamlı politik kurum, bürokrasi, yasama organları ve sosyal sigorta ağları reformlarının eşlik etmesi gerekir. Dışa açılma stratejisini tamamlayacak bir iç kurumsal reform stratejisi olmadığında, çoğu ülke, etkilerinden ancak yakın zamanlarda kurtulmaya başladıkları uzun kriz tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Öte yandan bu tür kurumsal reform stratejisinin en az üç unsuru vardır; devlet aygıtının güvenilirliğini artırmak, ifade mekanizmalarını geliştirmek ve sosyal emniyet ağlarıyla sosyal sigortayı geliştirmek. Sonuçta, çatışma yönetimi kurumlarının kalitesinin geliştirilmesi, açılmanın çok önemli bir tamamlayıcısıdır. Bu kurumlar dağılım rekabetinin bir kurallar ve kabul edilmiş prosedürler çerçevesi içinde (yani açık çatışma ve düşmanlıklar olmadan) çözüme kavuşturulmasına yardım ederler.
Örneğin Afrika’ da ticaret politikasının ekonomik büyümedeki rolü, büyük oranda, yardımcı ve daha kalıcı yapıda kalmıştır. Afrika’ da yatırım oranları genellikle, uluslararası standartlara göre düşük olmuştur ve ekonomik performansta çok büyük bir istikrarsızlık yaşanmıştır. Kaynak patlamaları ve mal fiyatlarındaki çevrimler bu iniş çıkışların bir kısmını açıklasa bile, tamamını açıklayamamaktadır. Daha da önemlisi, çatışma yönetimi kurumlarının zayıf olması Afrika’da makroekonomik istikrara ulaşılmasını engellemiştir. Kamu kurumlarının ve yönetim tarzlarının zayıflığı Afrika’yı ekonomik faaliyet açısından son derece riskli bir ortama dönüştürmüştür.
Afrika’daki asıl sorun ticaretin önündeki korumacı engellerin genellikle yüksek olmasıdır. Tarife engelleri ve tarife dışı engellerin azaltılmış ve para değerlerinin düşürülmüş olmasına karşın, sahra altı Afrika’da ticaret kısıtlamaları düzeyi, diğer tüm bölgelere göre hala yüksektir. Afrika ülkeleri, gelir düzeyleri ve ekonomilerinin boyutu göz önüne alındığında, uluslararası normlara göre beklenen düzeyde bir ortalama ticarete sahiptir. Dünya ticaretindeki önemlerinin azalmasının nedeni, ekonomilerini yeterli oranda genişletememiş olmalarıdır. Sonuç olarak, bu eğilimi tersine döndürmenin yolu tek başına bölgenin ticaret hacimlerini hedeflemek değil, genel büyüme oranlarını yükseltmektir. Afrika’nın dünya ticaretinde marjinalleşmesi iki faktörün sonucudur: ilk olarak, Afrika’nın kişi başına düşen GSYİH’sı diğer bölgelere oranla daha yavaş büyümüştür. İkinci olarak, çıktı açısından ticaret esnekliği, bütünü aşmaktadır. Ulaşılacak temel sonuç ise sahra altı Afrika’da ticaret politikalarının, hem ticaret hacminin hem de bundan sonraki büyümenin belirlenmesinde taşıdığı önemdir. Ekonomik kuramın da düşündürdüğü gibi, ithalat kısıtlamaları, ihracat kısıtlamaları işlevi görmektedir. Sahra altı Afrika ülkeleri arasındaki ticaret/GSYİH oranları farklılıkları, kişi başına düşen gelir, ülke boyutu, coğrafya ve ticaret politikası gibi az sayıda belirleyiciyle gayet iyi açıklanabilir. Büyümenin önündeki önemli engeller olarak kapalı ticaret politikaları ve coğrafyanın üzerinde durulur. Afrika da uzun vadeli büyüme performansında ülkeler arasında görülen farlılıkların tamamı aslında az sayıda temel unsur tarafından belirlenir; insan kaynakları, makroekonomik/mali politika, demografi ve koşullu yakınsallık faktörü.
Afrika ülkeleri için makul ticaret stratejisinin nelerden oluşacağı konusunda belli bir düzeyde konsensüs vardır. Bu konsensüs kabaca, bir dizi başlıkla özetlenebilir: ticarette tekelleşmeye son ver, ithalat rejimini kolaylaştır, kırtasiyeciliği azalt ve şeffaf gümrük prosedürleri ve niceliksel kısıtlamaların yerine tarifeler getir, tarife oranlarında aşırı farklılıklardan ve aşırı derecede yüksek korumadan kaçın, ihracatçıların ithal edilmiş girdilere yüksek gümrük vergisi ödemeden ulaşabilmelerine izin ver, büyük ölçekli ihracat karşıtı önyargıdan kaçın, ihracata yönelik tarım ürünlerine yüksek vergiler getirme. Bunların yanı sıra; ağırlıklı olarak ticaret serbestleşmesi üzerinde durulması, hükümet liderlerinin politik kaynaklarını ve kıt enerjilerini büyüme temellerinden saptırması durumunda geri tepebilir. Ticaret reformunun yararları abartılmamalıdır. Ekonomi politikası ticaret değil, büyüme üzerinde odaklanmalıdır.
Bunlardan başka, en hızlı büyüyen ülkelerin, tarifelerin en düşük, tarife dışı engellerin çok az olduğu ve uluslararası sermaye akışları konusunda kısıtlamaların bulunmadığı ülkeler olduğu bir gerçektir. Kalkınmakta olan ülkelerin yatırım stratejileri uygulamaları gerekmektedir. Yani, özel yatırıma elverişli bir ortam yaratmaları, makroekonomik istikrarı sağlamak ve dış şartlardaki hızlı değişimlere uyarlanabilmek için çatışma yönetimi kurumlarını (yasal koruma altında sosyal özgürlükler ve politik özgürlükler, sosyal sigortalar ve sosyal sigorta) geliştirmeleri gerekir. Dahası savaş sonrası dönemde başarılı olmuş ekonomiler bu başarıya kendilerine özgü heteredoks politikalarla ulaştılar. Hepsinde ortak özellik makroekonomik istikrar ve yüksek yatırım oranlarıydı. Özetle, uluslararası düzeyde politika yapılırken, kendi felsefe ve içeriklerine sahip ulusal kalkınma çabalarına da yaşama hakkı tanınmalıdır. Tüm ülkeleri tek bir neoliberal kalkınma modeline zorlamak akıllıca olmayacaktır. Tarih bize, tüm başarılı ulusların sonuçta kendilerine özgü ulusal kapitalizmlerini yarattıklarını göstermektedir.
Sonuç olarak, bir nevi küreselleşmenin dünyanın kaçamayacağı bir kader olduğu yaklaşımını da savunmamalıyız. Bu durum aslında teslimiyetçiliktir. Küreselleşme tartışılmalıdır. Kesin doğru olarak kabul edilmemelidir. Küreselleşme kavramının arkasında asıl ne olduğunu sorgulamamız gerekmektedir. Küreselleşmenin sanıldığı gibi ortak değerleri yoktur. Birleştirici yanlarından daha fazla “bölen” kısmı bulunmaktadır. Dünyada küreselleşen ve her daim hareket halinde olan şirketler, bireyler ve kavramlar olabilir. Özellikle kavramların hegomonik yapısı herkesi etkileyebilir. Ama birde yerelleşmeye daha fazla önem verenler de var. Hatta küreselleşmeden etkilenmeyenlerde var. Küreselleşmenin kültürel hegomonik yapısı, küreselleşenleri tekdüze hale getirmektedir aslında. Gittikçe daha fazla küreselleşen toplumlar veya bireyler, içlerinden çıktıkları topluma da yabancılaşmaya başlamışlardır. Hele kürselleşmeye katılmayan ve daha “yerel” olan ile aralarındaki uçurum daha da artmıştır. Küreselleşme, kuzey&güney ülkeleri veyahut geri kalmış ülkelerin sorunlarını veya milli gelirden düşük pay alan kesimlerin durumlarını düzeltmemiştir. Aksine daha da kötüleştirmiştir. Dünyamız daha da kutuplaşmıştır. Küreselleşmenin boyutları her coğrafi alanda farklı bir şekilde ama az gelişmiş bölgeler aleyhine kendisini göstermektedir.