Günümüzde politika yapıcılarının ve akademisyenlerin tartışmakta oldukları temel soru, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyümeyi teşvik etmek için ekonomilerini sınırlamasız ticaret ve yatırım akışlarına ne hızla açmaları gerektiğidir. Gerçekte, ticaretin ve sermaye akışının önündeki engellerin azaltılması anlamında açılmanın sistematik olarak ekonomik büyüme yarattığına dair hiçbir delil bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle, dışa açılma etkin bir katılımcı yerel kalkınma stratejisi olmadan işe yaramayacaktır. Yani dışa açılma tamamlayıcı bir yerel politika ve kurum dizisi gerektirmektedir.
Uluslararası rekabetçi anlayış artık ülkelerin ana sorunu haline gelmiştir. Hatta, daha gelişmiş ülkelerden fikir ve teknoloji transferi ile yabancı tasarruflara ulaşabilme olanağını kullanmak öncelikli hale gelmiştir. En çokda yerel bir yatırım stratejisi oluşturabilmiş ve olumsuz dış şoklarla başa çıkabilecek uygun kurumları geliştirebilmiş ülkeler kalkınabilmişlerdir. Dolayısı ile politika yapıcılar, ekonomik büyümenin temel unsurları olan yatırım, makroekonomik istikrar, insan kaynakları ve iyi yönetim üzerinde yoğunlaşmalı ve kalkınma konusundaki düşüncelerine uluslararası ekonomik entegrasyonun hakim olmasına izin vermemelidirler. Hükümetler ülkelerin kaynaklarını ve kapasitelerini kullanacak bir yandan da idari kısıtlamalarına ve bütçe kısıtlamalarına uyum sağlayacak yatırım stratejisi geliştirmekte yaratıcı olmalıdırlar. Tarih bize, tüm başarılı ekonomilerin kendi ulusal kapitalizmlerini geliştirdiklerini göstermektedir. Hepsinde ortak özellik ayrıca, makroekonomik istikrar ve yatırım oranların yüksekliğidir. Kısaca gelişmekte olan uluslar, dünya ekonomisinde küresel pazarların ya da çok taraflı kurumların belirlediği şartlarda değil kendi şartlarıyla yer almalıdırlar.
Uluslararası ekonomik entegrasyonların ardında kısmen, ulaşım ve iletişim maliyetlerini düşüren teknolojik değişimler vardır. Ama mal, hizmet ve sermaye ticaretlerindeki kısıtlamaların aşama aşama kaldırılması da önemli bir rol oynar. Bu yeni ortamda mali, parasal ve endüstriyel politikaların uygulanması üzerindeki harici sınırlamalar daha da sıkılaşmıştır. Uluslararası sermaye piyasaları, makroekonomik sürdürülebilirlikle uyumsuz görülen politikaları izleyen ülkeleri hızla cezalandırmaktadır. Dünya Bankası ile IMF ‘in her an ve her yerde geçerli olan rolü, bu kuruluşlara bağımlı hükümetlerin ortodoks yaklaşımlarından ayrılan ekonomik stratejilere girişmelerini zorlaştırmaktadır. Ticaret müzakerelerinin Uruguay Turu sırasında görüşülen yeni kuralları, yerel kabul şartları ya da patent yasaları örneklerinde olduğu gibi, ticaret ve endüstri politikalarına yeni kısıtlamalar getirilmiştir. Ayrıca, pek çok gelişmekte olan ülke, kuzey yarımküredeki sivil toplum örgütlerinin, çalışma ve çevre standartlarını yükseltmeleri yönündeki baskısı altındalardır. İthal ikameci sistemine karşı var olan tatminsizlik nedeniyle de az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dışa açık ve serbest bir dış ticaret rejimi izlemeleri de artık kural haline gelmiştir. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde 1980’ lerin başlarından itibaren görülen ticari korumacılık önemli oranda azalmıştır. Bu ülkelerin ortalama tarife ve tarife dışı engelleri artık birkaç istisna dışında D.Asya’ya göre çok daha düşüktür. Bu coğrafyalara birde eski sosyalist cumhuriyetleri ekleyin dünyanın şu an kadar tanık olduğu en büyük aralıklı ticaret serbestleşmesi ile karşı karşıya kaldığımız görülecektir.
Dışa açılmanın ekonomik yararlarına baktığımızda ise; ülke içinde karşılaştırılabilir bir maliyetle bulunması mümkün olmayan yatırım mallarının ve ara malların ithali, daha gelişmiş ülkelerden fikir ve teknoloji transferi ve yabancı tasarruflara ulaşabilme olanağı olduğunu görürüz. Bu durumda yoksul ulusların hızlı büyümesinin önündeki bazı geleneksel engelleri aşmasına yardım edebilir. Tabii bütün bunlar, yalnızca potansiyel yararlar olup, ancak yerel tamamlayıcı politikalar ve kurumlar geliştirildiğinde tam olarak kalkınma gerçekleşebilir.
Uygulamada ekonomik büyümeyi teşvik eden şey, kapasite genişlemesiyle özel yatırım karlılığının birbirlerini besledikleri bir süreç olmasıdır. Yalnız bu süreci başlatmak amacıyla özel sermaye getirisini artırırken kullanılacak tek bir yol yoktur. Hükümetler, ülkelerinin kaynaklarını ve kapasitelerini kullanarak ve bir yandan da idari kısıtlamalara ve bütçe kısıtlamalarına uyum sağlayacak yatırım stratejileri geliştirerek yaratıcı olmalıdırlar. Ayrıca, yatırımlardaki artışların ekonomik büyümeyi teşvik etmesi ancak ya yatırımı doğrudan destekleyen önlemlerle veya karlı üretim fırsatları yaratan politikalar sağlanabilir.
Gelişmekte olan dünyada, ekonomik performansta görülebilen en önemli faktör, makroekonomik istikrarı sağlamaktır. Makroekonomik politikalarını son 20 yılda şoklara uyarlamayı başaramayan ülkelerde verimlilikte çarpıcı bir çöküş yaşanmıştır. Ülkelerin başarısız olmalarının nedeni sosyal ve politik kurumlarının makroekonomik uyarlama için gerekli pazarlıkları yapamamasıdır. Ayrıca bu kurumlar olmadığında işgücü gruplarının, iş gruplarının ve diğer sosyal grupların, mali politikaların ve döviz kuru politikalarının yürürlüğe sokulmasını engellemeleri sonucu, makroekonomik dengeyi yeniden kurmak için gerekli olan politika uyarlanmaları ertelenir. Sonuçta ekonomi yüksek enflasyonla, döviz kıtlığıyla ve bir dizi başka darboğazla karşı karşıya kalır. En önemli çatışma yönetim kurumları ise şunlardır; katılımcı politik kurumlar, sivil ve politik özgürlükler, özgür sendikalar, yozlaşmamış bürokrasiler, nitelikli bir bağımsız yarı ve sosyal güvenlik ağları gibi sosyal sigorta mekanizmaları.
Son olarak, ulusal kalkınma çabalarının tek bir iyi ekonomik davranış modelinde birleşmesini beklemek gerçekçi değildir. Zaten böyle olması da istenmez. Aynı şekilde uluslararası ekonominin kuralları da her bir gelişmekte olan ülkenin Japonya, Almanya ve ABD gibi ülkelerin geçmişte kendi farklı modellerini geliştirmiş olmaları gibi kendi kapitalizm tarzlarını geliştirmesine izin verecek esneklikte olmalıdır.