Dışa açılmanın yararları ihracattan çok ithalata dayanır. İhracat ve Doğrudan Yabancı Yatırımların (DYY) varlığı tek başına yeterli değildir. İhracatın bir ekonomide genel istihdam düzeyini uzun vade de yükselteceği hatalı bir zihniyettir. Örneğin teknoloji ithalatı sayesinde elde edilecek ölçek yararları uzun vadede daha hızlı bir büyüme yaratır. Dışa açılmanın gerçek ithalata dayalı yararları ise dört adettir: fikir, mal ve hizmet, sermaye ile kurumlar.

Öncelikle başarılı bir fikir ithalatı için ithalatçı ülkelerde bireysel becerilere ve örgütlenme kapasitelerine ihtiyaç vardır. Ülkeler, görece etkin olmayan şekilde ürettikleri mal ve hizmetleri ithal, görece etkin şekilde ürettiklerini ise ihraç ederek refah düzeylerini yükseltebilirler. Yatırım malları ithalatına ağırlık verilmelidir. Ara malların ithalatına getirilen ithalat kısıtlamaları ise yerli imalat sanayinin verimliliği üzerinde olumsuz etkiler yaratır. Bir sermaye akışı ise büyümeyi tabi ki artırır. Ama kısa vadeli borçların bir kriz durumunda yenilenme olasılığı çok düşer. Uygun kontroller, düzenleyici aygıtlar ve makroekonomik çerçeve olmadığında, uluslararası sermayeye açılma tehlikeli olabilir. 

Öte yandan, günümüzde ihracata verilen önem kısmen, ithal ikamecilik politikaları altında ihracatın gördüğü ihmale kaşı bir tepkidir. İhracatın yurtiçi ekonomi için bir öğrenme ve teknolojik dışsallık kaynağı olduğu ve yerel üreticilerin yurtdışındaki gelişmiş pazarlardan pek çok şey öğrenmesini sağladığı da bir gerçektir.  Yalnız ihracatla birlikte, yabancı yatırımları yerel yatırıma tercih eden sübvansiyonların ya da vergi kredilerinin ciddi olarak yeniden düşünülmesi gerekmektedir. Hatta, ihracat karlılığını (kurların düşürülmesiyle, ihracat sübvansiyonlarıyla ya da ihracat amaçlı üretimde kullanılacak girdilerin vergiden muaf tutulmasıyla) artırmak için planlı bir çaba gösteren ülkelerde çağrıcı ihracat patlamaları görülmüştür. Ayrıca, ülkelerarası incelemelerde genellikle, gerçek döviz kurunun (değişkenliğinin yanı sıra düzeyinin) gelişmekte olan ülkelerin ihracat performansının özellikle önemli bir belirleyicisi olduğu sonucuna varılır. Özellikle gelişme seviyesindeki bir ülkede görülen bol ve ucuz işgücü ile mamul eşyalarda gizli bir karşılaştırmalı avantaja sahip olmakta çok büyük bir etkendir. Bunlarla birlikte, ihracatta çeşitlilik genellikle ihracatta genişlemeyle arka arkaya gerçekleşir. Ama aynı zamanda tamamlayıcı yatırım politikaları da gerektirir. Sonuçta bir ekonominin büyümesini sağlayan şey küresel ekonomi değil, yerel yatırımdır.

Mesela, G. Kore’nin başarısının arkasındaki temel unsur, hükümetin özel yatırım getirisinde önemli oranda artış sağlanabilmesiydi. Mauritius’un başarısındaki temel faktör ise, şeker karındaki geçici patlamanın serbest ticaret ilkelerine göre işleyen bir İhracat İşleme Bölgesi (İBB) yaratılarak yerel yatırıma yönlendirilmesiydi. Aslında belli bir coğrafi alan kaplamayan bu bölge içinde çalışan işletmelere, makine ve girdi ithalatına tarife kısıtlamaları olmadan ulaşma, karların yurtdışına çıkarılmasının serbest olması, (yabancı yatırımcılar için) 10 yıllık vergi almama ve “işgücü huzursuzluklarının bastırılacağı ve ücret artışının orta düzeyde olacağına dair gizli güvence” gibi olanaklar da sağlanmıştır. Ayrıca Kalkınma Sertifikaları (KS) planı uyarınca, yerel sanayicilere vergi muafiyetleri, tarifelerle ve niceliksel kısıtlamalarla ithalata karşı korunma gibi olanaklar da bulunmaktaydı. Yani Mauritius için, İBB, politik açıdan gayet akıllıca bir kısmi açılma stratejisiydi. Yerel tasarruf patlaması için verimli bir çıkış yaratmış, ayrıca modern üretim ve pazarlama fikirlerin ithal edilmesini sağlamıştı.

    Doğu Asya hakkında anlatılan standart öykü, ihracat kanallı büyümeye dayalı olmasıdır. Geleneksel öyküye göre, 1950’lerde G.Kore ve Tayvan, ithal ikameci politikaları uygulamışlardı. Çoklu döviz kuru uygulaması görülmekteydi. Ticaret koruması düzeyi yüksekti ve mali piyasalar baskı altındaydı. 1950’lerin sonlarına doğru gelindiğinde her iki ülke de ithal ikamesinin kolay aşamasını tüketmişti. Bu durum, her iki ekonomide de temel döviz kaynağı olan ABD yardımının azalması tehdidiyle birleştiğinde, iki ülkede de politika yapıcıları ekonomik stratejilerini değiştirmeye ve ihracat yönelimli politikalar benimsemeye yöneltti. Bu politikalar arasında, döviz kurlarının tekdüzeleşmesi, devalüasyon, ihracatı teşvik etme amaçlı çeşitli önlemler, faiz oranlarının yükselmesi ve ithalat rejiminin bir oranda serbestleşmesi vardır. Bu ülkelerde görülen bir diğer ortak özellik; 1960’ların ortalarında ihracatın yükselişe geçmesi, ihracat yöneliminin her iki ekonominin de karşılaştırmalı avantaja göre uzmanlaşmalarına yol açması ve sonuç olarak gelir, yatırım, tasarruf ve verimlilik düzeylerinin yükselmesidir. Çarpıcı olan bir nokta ise, ihracat yükselişi dönemlerinde ihraç edilebilir mallarının fiyatlarının sabit olmasıydı.

Bu iki ülke de yatırımın önündeki engellerin kaldırılmasına ek olarak, hükümet politikaları ile birlikte yatırıma büyük sübvansiyonlar getirilmiştir. Tayvan’da reel kredi faizleri genelde pozitifti ve en önemli doğrudan sübvansiyon vergi teşvikleriydi.  G. Kore ve Tayvan hükümetleri sübvansiyon sunmalarının yanı sıra, özel girişimcileri başka türlü belki de hiç gerçekleştiremeyecekleri yatırımlara dahil ederek çok daha dolaysız bir rol oynadılar. Dahası, kamu işletmeleri, her iki ülkede de özel üreticilerin temel girdileri yurtiçinde bulabilmelerini sağlayarak özel yatırımın karlılığının artırılmasında çok önemli bir rol oynadılar. Singapur’da ise 1967’den sonra başta karlardan alınan vergilere getirilen muafiyetler olmak üzere yatırımcılara pek çok vergi teşviki sağlandı ya da teşviklerin kapsamı genişletildi.     

Hong Kong deneyimi ise aynı zamanda müdahaleci politikaların gereksizliğini göstermek bir yana, bu amaca yönelik hükümet politikaları olmadan yurtiçi yatırım çabasında sürdürülebilir bir artışın mümkün olmayacağını doğruluyor.

Sonuç olarak, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik raporlarına baktığımızda, yatırımın önemi ile ilgili tek bir cümleye rastlayamazsınız. Yalnızca, makroekonomik istikrarın, serbest pazarların ve devletin küçülmesinin gerekli olduğu iddia edilir. Eğer bu bölgede hükümetler, özel sektör yatırımcılarını sübvanse ederek vaatlerle yönlendirerek ve başka şekillerde teşvik ederek sermaye birikimi sağlamaya çalışsalardı başarılı olamazlardı. Ayrıca kanıtlar bu bölge için, kişi başına düşen tasarruf düzeyinin düşük olmasının büyümenin önünde önemli bir engel olmadığını da düşündürmektedir. Hatta, karlı yatırım fırsatlarının kullanılmasıyla, hane ve kurumsal tasarruf oranları artmaktadır. Yatırım geçişlerinin zaten getirilmiş olduğu yerlerde başka bir önemli öncelik de hedefleri açıklığa kavuşturmak, şeffaf teşvikler sağlamak ve bürokratik kırtasiyeyi azaltmak amacıyla teşvik rejimini basitleştirmektir. Genel olarak ise küçük ülkelerin, seçenekleri daha az ve yatırımı tamamen yurtiçi pazarlara yönlendiren politikaların, sermaye birikimi getirisinin çok daha hızlı azalmasına yol açacağını akılda tutmaları gerekiyor. Ekonominin birkaç sektöründe belli dozda ithalat ikameciliği politikalarının denenmesi, yurtiçi yatırımcıların saldırgan içgüdülerini harekete geçirmesi şartıyla yararlı olabilir. Önemli olan ise özel sektör yatırımlarının algılanan getirisini geliştirerek özel sektörü yatırıma teşvik etmek ve doğru bir kar, yatırım ve kapasite genişlemesi çevrimi yaratmaktır.